Diyarbakır’ın Mensur Anonim Halk Edebiyatı Ürünleri Fatma Garan Kırk Yalan Bir varmış bir yokmuş, zamanın birinde bir padişah ve bu padişahın üç oğlu varmış. Padişah çok hastaymış ölmeden önce iki oğlunu yanına çağırmış. “Benim iki tane altın semerim var, bu semerleri size yadigar bırakıyorum bu sizin bereketinizdir sakın ola ki elinizden çıkarmayın demiş. Padişahlık da diğer kardeşinizindir deyip, mirasını çocukları arasında bölüştürmüş. İki kardeş de bu durumu içerlemişler ama bir şey demeden semerlerini alıp gitmişler. Padişah, bu olaydan çok kısa bir süre sonra ölmüş. Bu iki kardeşten biri, çok kötü niyetliymiş babasının haksızlığına sinirlenmiş elindekini har vurup harman savurmuş. En son elinde bir şey kalmayınca sıra semere gelmiş, semeri de sahtekar bir adama hileyle hurdayla kaptırmış. Öteki kardeş ise elindekinin kıymetini bilmiş varlığına varlık katmış, çalışıp çabalamış en sonunda padişah olan kardeşi kadar zengin olmuş. Günlerden bir gün yolda giderken kardeşler rastlaşmışlar kötü olan kardeş sefil ve perişan vaziyette kardeşinden yardım istemiş. Bunun üzerine kardeşi de “babamızdan yadigar kalan semerini ne yaptın” diye sormuş, o da; hal mesele böyle böyle “birinden yardım istedim hileyle semeri kaptırdım” demiş. Bunun üzerine akıllı ve zengin olan kardeş semeri alan adamı bulmaya karar vermiş. Nitekim bulmuş da bulmuş bulmuş da adam nuh der peygamber demezmiş semeri vermem demiş. En son tek bir şartım var, bana kırk yalan söylersen semer senin demiş ve anlaşmışlar. Adam, akıllı olan kardeşin arda arda 40 yalan söyleyemeyeceğinden eminmiş. Akıllı olan kardeş başlamış saymaya: “Biz dokuz kardeşiz, bu ilk yalanmış sonra devam etmiş; birimiz kör, birimiz topal, birimiz kanbur, birimiz sağır, birimiz deli, birimiz alim, birimiz zalim, birimiz kel, birimiz bodur. Birgün giderken bir de baktık ki 150 tane kişi bir kervan kurmuş, karar verdik bunları soymaya, yükleri neyse almaya… Gittik ki bir de ne görelim, bütün yükleri bir sivri sinek ama nasıl olduysa sineği elimizden kaçırdık. Kör olan kardeşimiz 500 metre öteden bir ok attı, o sivri sineği vurdu. Diğer topal olan kardeşim, bir dolu insan tuttu, o sivri sineği sırtımızda taşıyıp getirdik. Sonra, o sivrisineğin kıllarından yüzbinlerce insana halılar, çuhalar işlenildi. Sonra o sivrisineği kestik, lakin kaynatacak kazan bulamadık. Koskoca dağı oyduk ki sivrisineği kaynatalım. Sivrisineğin bağırsaklarından, bir şehirden bir şehire ip yaptık” diye yalanlarını arka arkaya sıralamış. En son yalana gelince adama dönüp “sen elindeki altın semeri hakkınla elde ettin” demiş. Adam da “yok demiş haklısın bu da bir yalan, ben bu semeri kurnazlıkla elde ettim, ama artık senindir” demiş ve semeri sahibine geri vermiş. Diğer semeri de alan kardeş, öteki kardeşini de alarak saraya gitmiş, baba vasiyetinin önemini anlayan üç kardeş sarayda ömürleri boyunca huzur ve rahat içinde yaşamışlar (E. Aksu 2010). Prens kurbağa Bir varmış bir yokmuş, padişahın oğlu bir gün bir çayın kenarında oturuyormuş.Birden bire önüne bir kurbağa çıkmış, zıplayarak prensin dizinin dibine oturmuş. Prens de elini kurbağanın üzerine koyarak onu okşamaya başlamış ve kurabağanın gözlerine bakınca ona aşık olmuş. Her seferinde çayın kenarına giderek kurbağayla vakit geçirir, sonra da gözlerinden öperek çaya geri bırakırmış. Gel zaman git zaman, prensin eşi şüphelenmeye başlamış. Her gün aynı saatte prens çayın kenarına gidince, prenses de kuşkuyla kocasını takip etmeye karar vermiş. Birde bakmış ki prens çayın kenarına gelince çaya doğru sesleniyor: Beq belisa (Kurbağacık) Vere disa (Tekrar gel) Lave paşe (Paşanın oğlu) Çavremisa (Gözlerinden öpsün) Bir de bakmış ki çaydan bir kurbağa çıkıp prensin dizlerine oturmuş, prens de kurbağayı her zaman ki gibi sevip okşayıp çaya geri bırakmış. Prenses bunu görünce, kıskançlıktan deliye dönmüş. Birgün prens çaya gitmeden gidip çayın kenarında, köz ateş yakıp şişi üzerine ısıtıyor. Prensin elbiseleri de üzerinde , prensin her zaman oturduğu taşın üstüne oturuyor ve tıpkı prens gibi kurbağaya sesleniyor: Beq belisa (Kurbağacık) Vere disa (Tekrar gel) Lave paşe (Paşanın oğlu) Çavremisa (Gözlerinden öpsün) Kurbağa çaydan çıkıp dizlerinin üzerine geldiği gibi, kıskanç prenses kızgın şişi çıkarıp anında kurbağanın iki gözüne birden batırıyor ve kurbağayı kör ediyor. Kurbağa can havliyle çaya zıplıyor, prenses de koşarak saraya gidip prensin kıyafetlerini çıkarıyor. Herşeyden habersiz prens, yine çayın kenarına gidip kurbağaya sesleniyor: Bêk bellisa (Kurbağacık) Vere disa (Tekrar gel) Lave paşe (Paşanın oğlu) Çavre misa (Gözlerinden öpsün) Kurbağa çaydan çıkmadan sesleniyor: Ne temu ne katto (Hiç gelmem) Jina teya bi kabahato (Senin suçlu karın) Çavemın kır koru sakato ( Benim gözümü kör ve sakat etti) Senin o kıskanç karın benim gözlerimi kör etti, bir daha ben gelemem senin yanına der. Bunu duyan prens de üzüntüsünden çaya atlar ve bir daha prensi gören olmaz (Telli 2010). Değerlendirme Derlediğimiz masalları inceleyecek olursak; Thompson’ın sınıflandırmasına göre, ilk masalımızın zincirleme bir masal olduğunu söyleyebiliriz. Gül endam’ın hikayesinden sonra masal, Gül handan’ın hikayesine dönüşmüştür. Kızın gözünden akıttığı inci, mercanlar olağanüstü motiflerdir. İkinci masalımız; Kırk yalanı ve kurbağa ile prensin masalı olan son masalımızı asıl halk masalları arasında değerlendirebiliriz. İlk masalda başlangıç formeli olmamakla birlikte sonunda “kırk gün kırk gece” formeliyle bitirilmiştir. İkinci ve üçüncü masalımız ise “bir varmış bir yokmuş” formeliyle başlayıp sonunda formel kullanılmadan bitirilmiştir. Son masalımızda, Kürtçe okunan bölümlerin çevirisi yine anlatan kişi tarafından yapılmıştır.
Editör: TE Bilisim