Orhan YALÇIN

MÜCADELE HABER- Sağken bilmeliyiz kıymet vermeyi, saygı göstermeyi, candan sevmeyi hiç sıkılmadan, usanmadan. Sağken yapmalıyız her türlü iyiliği her türlü yardımı her türlü fedekarlığı hiçbir karşılık beklemeden. Sağken olmalıyız her daim yanında her daim yüreğinde her daim yaşamında hiç yorulmadan, gocunmadan. Sağken yüzüne içten bakmalıyız, içten gülümsemeliyiz içten konuşmalıyız  hiç kırmadan, dökmeden. 

 

Kısacası; sağken önemseyip bilmeliyiz varlığını, canımızdan can sayıp içten, gönülden sevmeyi. Çünkü bizler, sadece yolcularıyız bu fani (ölümlü) dünyanın. Öyle ki her yolcu yolunda gerek; eğer ki gelmişse dünya üzerinden gitmesinin vakti.Öyle ki bekleyip kalamaz hiçbir yolcu, bu geçici handa. Ki hangi yolcu bekleyip kalabilmiş ki bu vakte kadar, ki biz bekleyip kalalım sonsuza kadar. 
Gerçi, sonsuzluk diye bir şey de yok bu dünyada. Olsaydı zaten yaşadığımız dünya süreli, geçici ve de ömrümüz sınırlı olmazdı. Her birimizin sonsuzluğu ansızın karşılaştığımız kaderimizi yaşadığımız ana kadardır bence. Yani sonsuzluk, süreklilik diye bir şey yok aslında; sadece sürelilik, sınırlılık, belirlenmiş bir vakti beklemek var bu dünyada. O yüzden vakti saati geldi mi; ama içerde ama dışarda verilir elimize aynı yere kesilmiş dönüşü olmayan biletimiz. 

 

Sonrası mı, zaten malum; göçüp gideriz bu yalan, bu yılan, bu hayırsız, hayasız ve arsız handan. Sonsuzluğa uğurlanırken böyle karmaşık bir handan sırf adet yerini bulsun diye dökülen 3 günlük yaş, tutulan 3 günlük yas ve yapılan 3 günlük mezarlık ziyaretinde ayaküstü alelacele okunan bir fatiha kalır bize ardımızdakilerden, arkamızdakilerden, bıraktıklarımızdan ha bir de gerçekten varsa eğer, sevdiklerimizden. Sonrasında ise hatırlanmamak üzere unutulup gideriz. Belki de şimdiye dek yeryüzünde hiç yokmuş gibi oluruz döküldükçe ağaç yaprakları, takvim yaprakları. 

 

Hani, 'boşver anlamında' hep deriz ya; 3 günlük dünyadır bu, hiçbir şeye değmez. Ne kalp kırıp üzmeye, üzülmeye ne de hiçibir şeyi dert edip kederlenmeye değer. İşte bu yüzden diyorum ya bir nefes kadar yakınımızda olan ve bize nerede, ne zaman ve ne şekilde geleceğini asla bilemediğimiz ölüm kapımızı çalmadan, bizler sağken, hayattayken  birbirimizin, sevdiklerimizin, dostlarımızın, büyüklerimizin, yakınlarımızın bilhassa anne, baba ve eşlerimizin kıymetini çok iyi bilmeli; onlara sevgi, saygı çerçevesinde yaklaşıp davranmalıyız. 

 

Yani kısacası hiçbir canlıyı incitip üzmemeliyiz, üzmemeye çaba göstermeliyiz. Yok eğer ki tüm bunların aksini sevdiklerimize, yakınlarımıza, eş dostumuza, anne-babamıza yapacak, yapıyor ya da yapmış olursak gün gelip içlerinden biri ya da birilerini kaybettiğimizde 'onlara neden böyle yaptık, neden böyle davrandık?' ya da 'neden böyle yapmadık, neden böyle davranmadık?' diye kendimizi yer, bitirir, yerden yere vururuz. Nefes aldığımız sürece her anımızda istemeye istemeye vicdan azabı çeker, onlara yaşattıklarımızın acısını derinden çeker, yaşarız. 

 

Onlara yaptıklarımızı, ettiklerimizi düşünüp hatırladıkça dilimizden hep 'keşkeler', gözümüzden hep 'yaşlar' biter ve hiçbir zaman asla affedemeyiz kendimizi. Kaybettiğimiz kişi-lerin fotoğrafına baka baka, mezarına sarıla sarıla asla affettiremeyiz kendimizi kötülüklerimizden, önyargılarımızdan ötürü. Çünkü hiçbir 'son pişmanlık' fayda, derman, çıkış yolu olmamış ve olmayacak da hiç kimseye, hiçbirimize; tıpkı sekerata girmiş birinin kabul olunmayacak duası ve tövbesi gibi. Ruh bedenden çıkar gibi can çekişir, kıvranırız, yerden yere savrulup acı çeker ve bir ölüden farksız olsak da ama ve lakin ölmeyiz. Yani yaşayan bir ölü oluruz artık.

 

Dedim ya kötülüklerimiz, üzüntülerimiz, önyargılarımız katlana katlana keder olup döner, yapışır vücudumuza; elden, ayaktan düşürüp ölmekten beter eder bizi. Kaybettiğimiz sevdiklerimize, eş dostlarımıza, anne-babamıza sergilediğimiz üzücü, kırıcı, hor ve küçümseyici davranışları düşündükçe çöktüğümüz yerde vicdan azabı çeker ve bir daha da kalkamaz oluruz çöktüğümüz yerden. Dünyevi heves ve işlerden fırsat bulup yetişebilirsek kaybettiklerimizin cenazesine ne ala. Ama genellikle bu iyiliği yapmayız, yapamıyoruz anlamsız ve sudan sebeplerden ötürü.

 

Diyelim ki vardık sevdiğimizin, yakınımızın ya da kaybettiğimiz birinin cenazesine; peki burada ona ne yapabiliriz ki? Elini tutup saatlerce öpmekle, ağlamakla, sarılmakla,  ayaklarına kapılmakla affettirebilir miyiz kendimizi ruhu bedenden çıkmış bizi göremeyen, duyamayan bir candan. Nafile, nafile... Peki ya dört mevsim dinmeyen gözyaşlarımız, içimizde birkip taşan üzüntülerimiz, kabus olup her gün uykularımızı bölen tarifsiz acılarımız, cehennem azabı çektiren yararsız pişmanlıklarımız, yeri göğü inleten feryat figanlarımız; sağken kıymetini bilmediğimiz bu ölüyü yeniden uyandırıp ondan af-özür dilemeye, ona daha farklı, daha mülayim, daha hoş, daha dikkatli, daha güzel ve daha  sevecen davranmaya yetebilecek mi? Hayır yetemez, yetmeyecek de hiçbiri, hiçbir şey, hiçbir zaman. 

 

Bunların hiçbiri ölüyü geri getiremez; çünkü öyle bir şey yok. Olmayan, olamayacak bir şey için de kendimizi zorlamanın, heba etmenin sadece saçmalık ve düşüncesizlikten hatta ve hatta belki de delilikten öteye hiçbir anlam teşkil etmez, etmeyecek de.  O yüzden çok geç olmadan, çok geç kalmadan sevdiklerimize hayatayken sevgimizi, saygımızı gösterip her türlü fedekarlığı yapmalıyız; ayrılık olmadan, dünyadan göçüp gitmeden KIYMETİNİ BİLMELİYİZ SEVDİKLERİMİZİN.

 

Sevgiyle muhabbetle, mutlulukla kalın...
 

Editör: TE Bilisim