12 Nisan sabahı Bn.Hudakova otele gelmiş; Alfons Karoviç’in otomobili ile Karlovi Vari’ye müteveccihen yola çıkmıştık.
KARLOVY VARY-KARLSBAD
Almanlar bu kente “Karlsbad”, yani Karol’un banyosu adını vermişlerdi. Prag’a 120 Km.mesafede bulunan bu kent Prag’ın, Almanya’ya açılan kapısıydı. Yol üzerindeki birkaç köyü de görünce, Çekler’in, kentte ne varsa, köye de götürdüklerini, başka bir deyişle kentle köy arasında önemli fark kalmadığını müşahade etmiştim.
İki saatlik yolculuktan sonra Karlovi Vari’ye ulaşmış, arabayı Park Otel’in önündeki oto parkta bırakarak, yaya olarak kenti dolaşmaya başlamıştık. Aksilik, soğuk ve zaman zaman yağışlı bir hava vardı.
Karlovi Vari bir kaplıca kentiydi ve bu yönüyle üne ulaşmıştı. Doğrusu Çekler de bu kenti, tam anlamıyla turistik bir kent kimliğine büründürmüşlerdi. Adım başında lüks oteller, pansiyonlar vardı. Çok sayıda hediyelik eşya satan dükkanlar açılmıştı. Kentin simgesi keçi idi ve irili ufaklı keçi heykelcikleri satılıyordu.
Kent merkezinde, birçok musluklar vardı ve bu musluklardan 30-72 Derece sıcaklığında şifalı sular akıyordu. Bu suların doldurulup içildiği küçük ümzüklü boduçlar satılıyordu ve kent içinde dolaşanların hepsinin ellerinde bunlardan vardı. Tabii ben de hemen bir boduç (ibrik) alıp, sırayla bütün sulardan doldurup, tadına bakmıştım… O arada tarihi önemi haiz eski bir hamam restore ediliyordu. İçilen sulardan banyo yaparak da yararlanmak amacıyla havuzlar inşa edilmişti. Kuşkusuz turistik otellerde de bu sular bulunuyordu. Görülen termal otellerin en büyüğü “Hotel Moskova” idi. Kent merkezsindeki restoranlar, cafeler, birahaneler, pastaneler ve şaraphaneler tıklım tıklım doluydu.
Karlovi Vari’nin nüfusu 100 Bin dolayında idi. Buradaki otellere, ünlü sanatçıların ve dünya çapındaki ünü olan siyaset adamlarının adları verilmişti. Bunlardan Volgograd Caddesi üzerindeki Volgograd Otelinin giriş kapısının sol yanında şöyle bir plâket vardı:
“Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu
Kemal Atatürk Temmuz 1918’de burada kaldı”
Atatürk 1918’de Bulgaristan’ın başkenti Sofya’da askeri ataşe iken, tedavi maksadıyla buraya gelip kalmıştı. O’nun “Karlsbad Hatıraları”, manevi kızı Prof.Dr.Afet İnan tarafından yayına hazırlanmış ve Türk Tarih Kurumu tarafından da kitap bütünlüğünde yayımlanmıştı. Hatıraların kaynağı ise, bizzat Atatürk’ün el yazısını içeren üç tane defterdi. Ben bu hatıraları okumuştum. Orada Ata’nın, gönül macerası da vardı.
Karlovi Vari’yi gezerken, kaynar suyun fışkırdığı mekânı da görmüştük. Görülecek yerleri gördükten sonra, bir restoranda karnımızı doyurmuş ve Prag’a dönmüştük.
U Fleku Birahanesi
Ve Taverna
Bir akşam yemeğinde, Milan Zübek ve Vladimir Lomen’le birlikte, U Fleku birahanesinde idik. Burada iç açıcı yemek yoktu ama, özel siyah bira vardı. Alkol derecesi 13 olan bu biranın adı “Flekovski Lejak”tı. Yarım litrelik bir bardak biranın fiyatı ise 6 Krondu. Birkaç bölümden oluşan birahane tıklım tıklım doluydu ve içeride daha çok Alman turistler vardı. 1898 Yılında inşa edilen birahanenin mimari özelliği, bugün burayı eski eser niteliğine büründürüyordu. Bira orada üretiliyor ve günde 40 Hekto-Litre tüketiliyordu. Birahanede 1200 Koltuk vardı ve bir de özel bölüm bulunuyordu.
Milan Zübek, Çekoslovakya’nın Sofya Büyükelçiliğinde diplomat olarak görev yapmıştı ve sohbet esnasında zaman zaman, Sofya anılarından söz ediyordu. Kırcali, Filibe gibi kentlerde karşılaştığı Türkler, işçiler, onların içki ve yemekleri, Zübek’in anıları arasında yer etmişti. Tam o esnada ben taşı gediğine koyarak; “”Bulgar hükümeti şimdi, Bulgaristan’da Türk yok diyor” demiş ve Todor Jivkov’un Türkler’e yönelik baskılarını ve asimilasyon politikasını anlatmıştım. Zübek cevaben; “Ben Bulgarları tanırım, böyle yapmamaları lâzım” demişti ama o arada Lomen söze girerek; “Bulgaristan’da olup bitenlere Türkiye karışmamalı. Türkiye neden ilgileniyor başka bir ülkeyle? Türkiye hükümetinin, daha önceki yıllarda Bulgaristan Türkleri’ni istemediği bilinmektedir”.
Vladimir Lomen damarıma basmış; benim de dilim açılmıştı! Dedim ki; “Az önce sayın Zübek, Çekoslovakya’da Çekler ile Slovakların kardeşçe yaşadıklarını; Macar, Alman, Ukraynalı, Rus vb.gibi azınlıkların da özgür bir ortam içinde ulusal varlıklarını koruduklarını söyledi. SSCB’de de 100’den fazla ulus yaşamakta olduğunu Sovyet hükümeti iftiharla söylemektedir. Öyleyse Bulgarlar neden yalan söyleyerek, burada Türk yoktur diyerek, Türkler’i zorla asimile ediyorlar? Bu insanlığa, marksizme falan yakışır mı?...”
Benim biraz da sinirlendiğimi anlayan Lomen; “Neyse bırakalım şimdi bu konuyu!” dedi, ardından da doğruyu söyledi; “Bulgarlar Türkiye’den korkuyorlar!...”
O arada Zübek; “Biz ataistiz, ama dini kuruluşlara ve din adamlarına yardım ederiz. Dinle devlet işini de birbirinden ayırırız!” demişti.
Birahaneden sonra, yine orada, geniş bir salon içerisindeki “U Fleko Kabare” ye geçmiştik. Kabare tiyatrosu benim için son derece ilginçti. Şarkılar çoğunlukla bira üzerineydi. Sanatçılar temsil sırasında yarım litrelik biraları bir yudumda içiyorlardı! Hele bir tanesi vardı ki, peşpeşe iki bardak, yani bir litre içmişti.
Komedyenler çok başarılıydı. Dili anlamadığım halde, jest ve mimiklerinden ve de oynadıkları rollerden, oyunun konusunu anlıyordum. Aralarında çok güzel kızlar vardı ve bunların kimi çıplak, kimi yarı çıplak dans edip, şarkı söylüyorlardı. İki perde halindeki program bitince, saz sanatçıları halkın arasında dolaşarak, salonu neş’eye boğmuşlardı. Alman turistlerle Çekler alkol duvarını da aşmışlar, çılgınca eğlenmişlerdi. Tabii bira bardaklarının biri doluyor, biri boşalıyordu. Sarhoş olan kimi kadınların, kocalarının yanında başka erkeklere sarkıntılık ettiklerini görerek şaşırmış, hatta iğrenmiştim!...Bunu itiraf ettiğim Lomen; “Bizde kıskançlık yoktur. Erkek ayrı, kadın ayrı yerlerde eğlenebilir!...” deyince şaşkınlığım daha da artmıştı… Eğlencenin daha ileri boyutlar kazandığı bir anda Lomen, şöyle demişti: “Bizde bir atasözü vardır: Kim Çek’tir, o müzisyendir…”
Kötü geçen bir gece
Otele döndüğümde saat gece yarısını geçiyordu!...Birahane, kabare ortamı benim için ilginç olsa da, alışkın olmadığım bir atmosfer taşıyorlardı. Üstelik o dönemde kapalı yerlerde sigara da içildiği için, kötü olmuştum. Alışkın olmadığım halde bira içmiş; kullanmadığım ve tiksindiğim sigaranın dumanı altında kalmıştım. Doğru dürüst uyumadan kalkmış, aceleyle valizimi hazırlamıştım. Zira artık yurda dönme zamanı gelmişti.
13 Nisan 1985 Sabahı Lomen ve Alfons gelmişler, beni hava alanına götürmüşlerdi. Tüm işlemlerim tamamlandıktan sonra bindiğim Çek uçağıile 35 Dakikalık uçuştan sonra Budapeşte üzerine geldiğimizde, tarihimiz için çok önemli bir akarsu olan Tuna Nehri’ni seyrederek duygulanmıştım. Uçak Budapeşte hava alanına inmeden önce, birkaç tur atmış; havadan Tuna’nın Buda ve Peşte yakalarını, köprüleri ve Margit Adasını görmüştüm. Hava trafiğinin yoğunluğundan dolayı uçak yaklaşık bir saat havada kalmıştı…
Budapeşte-İstanbul uçuşunu, Macar Hava Yolları (MALEV) ile yapmıştım. MALEV, İstanbul uçuşunu direkt yapmıyor; Bükreş’e inerek yolcu indirip, bindiriyor ve tekrar havalanıyordu. Dolayısıyla hava alanlarındaki bekleyişler, uzun zaman alıyordu. Bu nedenle İstanbul’a geç saatlerde inmiş; orada da Ankara’ya uçacak olan uçakta yer bulamayınca, İstanbul-Ankara yolculuğunu otobüsle yapmak mecburiyetinde kalmıştım.