1910’lu yıllarda bir Anadolu köyüne gittiğinizi düşünün. Evlerin önünde oturan kadınlar yün eğiriyor, erkekler tarladan yeni dönmüş.

Çocuklar sokakta ip atlıyor, taşlarla oyun kuruyor. Sofralar aynı yerde kuruluyor, ekmekler bölüşülüyor. Bu, sadece bir yaşam biçimi değil, bir kültürün kendisiydi.

Sonra zaman akmaya başladı. 1950’lerde şehirleşme dalgası köylere doğru genişledi. Birçok insan daha iyi bir yaşam umuduyla köylerden kentlere göç etti. Bu göçler, geleneklerin taşınacağı anlamına geliyordu, ama işler öyle yürümedi. Beton binalar, kırsal hayatın sıcaklığını yuttu. Büyük şehirler, o gelenekleri ya şekilsizleştirdi ya da tamamen unutturdu.

1980’lere geldiğimizde artık sokaklarda oynayan çocuklar yoktu. Çalışma hayatının yoğun temposu, aile içindeki bağları gevşetti. Komşuluk ilişkileri bir telefon konuşmasına, bayram ziyaretleri kısa bir kutlama mesajına dönüştü. İnsanlar toplu taşımada yan yana oturuyor, ama birbirine yabancı.

Bugün, 2025’te, kaybettiğimizin farkında mıyız? Belki bir müzeye gittiğimizde ya da eski bir siyah beyaz fotoğrafa baktığımızda kültürümüzü hatırlıyoruz. Ama ne yazık ki o, bir hatıra olarak sıkışıp kaldı. Düğünlerimiz eskisi gibi değil, misafirperverliğimiz o eski sıcaklığını kaybetti, aile sofraları televizyon ekranlarına mahkûm oldu.

Şimdi kendimize sormamız gerekiyor: Tarihimizin bu güzel mirasını tamamen kaybetmek mi istiyoruz? Yoksa bu kayboluşu durdurmak için bir adım atacak mıyız? Çünkü kültür, zamanın içinde kendini unutturan bir şey değil; yaşatılırsa var olan bir şeydir. Ve eğer bugün kaybolmasına izin verirsek, yarın o boşluğu dolduracak hiçbir şey bulamayacağız.