Yalnız Türkiye’nin ve Türk Dünyası’nın değil, hatta tüm Dünyanın gündeminde bir Türkiye Yüzyılı var. Bu cümleden, Türkiye-Azerbaycan kardeşliğinin giderek daha da güçlenmekte oluşu gerçeği var. Bu kardeşlik sayesinde esasen Azerbaycan toprağı olan Karabağ’ın düşmandan kurtarılmış olması var…SSCB’nin dağılma sürecinde, Ermeniler Rus tanklarını da arkalarına alarak Karabağ’ı işgal etmiş, oradaki onbinlerce kardeşlerimizin Azerbaycan’a sığınmalarına neden olmuşlardı…Bugün gelinen noktada, Karabağ kurtarılmış olup, Şuşa, TÜRKSOY kararı ile 2023 yılının Türk Dünyası Başkenti olmuştur. 

    Azerbaycan seyahatlerimin birinde, İlimler Akademisi Başkanlığı da yapan Akademik Feramez Maksudov, Prof.Dr.Refik Zeka Handan vb. gibi dostlarla üç  araçlık  konvoy halinde, Karabağ seferimiz olmuştu. Günlüğümde Karabağ ve Şuşa izlenimleri özetle şöyle yazmışım:

***

            Ermenilerin Karabağ ile ilgili talepleri devam ediyordu ve bir gergin ortam vardı ama henüz işgal edilmemişti. Uzun bir yola çıkmıştık ve bu yolculukta, Karabağ’a da girip buradaki Türk izlerini görmemiz gerekiyordu.

            İlk durağımız Yevlak oldu. Azerbaycan seyahatlerimde bu kentten birkaç kez geçmiştim. Demir yolu ve kara yolunun kavşak noktalarından biriydi. Bu güzel kentte Azerbaycan’ın en büyük yün fabrikası vardı. “Karabağ Dinlenme Yeri”nde bir süre oturup çay içmiştik.

Aslında Karabağ, tüm Azerbaycan’ın şah damarı idi. Buradan Cabbar Karyağdıoğlu, Şuşalı Seyid Şuşinski, Şuşalı Han, Bülbül, Sara Hanım, Kadir Rüstem, Niyazi Takizade, Fikret Emirov, Hacıbeyli sülalesinden Üzeyir, Sultan, Zülfikar, Ceyhun beyler; Bedelbeyli sülalesinden Efrasiyab, Şemsi, Ferhad beyler; Molla Penah Vagif, Natevan, Zakir, Reşid Beybutov, Cemil Bey Emir, Ağaoğlu Ahmet ve Samed beyler; Mirmuhsin Nevvab, Süleyman Eleskerli, Latif Kerimov, Mehdi Memet gibi ünlü insanlar yetişmişlerdir. Bu şahısların hemen hemen hepsi de müzisyendir. Derler ki; “Karabağ’ın çocukları, musiki makamlarıyla ağlarlar!... ”

            Vaktiyle Azerbaycan’a başkentlik etmiş olan Berde’den geçip Karabağ topraklarında ilerlerken yolumuzun üzerindeki yerleşim birimlerinin adlarını okuyordum; Güllüce, Yenikend, Hüseynli, Ağdam, Etyemezler, Göktepe, Kuloğlular, Hocalı, Haçın Çayı, Gerbend, Cevahirli, Kengirli, Ahmedevar… Ve Askeran. Kanlı olayların cereyan ettiği kent. Askeran Kalesi tüm ihtişamıyla gözlerimizin önünde… Ne yazık ki, daha o tarihte kent, tamamen Ermenilerle meskûn bulunuyordu.

            Ve Hankend… Ermenilerin deyimiyle Stepanakerd… Ne olur, ne olmaz endişesiyle Feramez Maksudov, Hankend’de durmadan yolumuza devam etmemizi istemişti; ama ben, ne olursa olsun diyerek; Karabağ’ın başkenti olan bu kentte durup fotoğraflar çektim.

Hankend, uzun süredir dünyanın ilgi odağı olan bir kentti. Burası, Azerbaycan Cumhuriyeti’ne bağlı, Dağlık Karabağ Özerk Cumhuriyeti’nin başkentiydi. Halkın tamamına yakını Ermeni’ydi ve sadece yüzde 5 oranında Azeri  vardı. Karabağ Özerk Cumhuriyeti’nin nüfusu ise 150 bini buluyordu ve bunun 40 bin kadarı Azeri idi. Gerçi bölgedeki Ermeni sayısı, Azeri sayısından fazlaydı ama örneğin Şuşa gibi tamamı Azeri olan yerleşim birimleri de vardı. Ne yazık ki, bölgeyi yönetenler, Azerbaycan’ı tanımıyorlardı. Tabii, Şuşa yönetimi de Hankend’in direktiflerini!... Ermenistan’ın kendisi himmete muhtaç iken diasporanın da desteğiyle Karabağ’a maddi yardım yağıyordu. Örneğin Hankend’den Erivan’a saat başı uçak kalkıyordu. Ayrıca otoban kara yolu inşa edilmişti. Hankend yönetimi, dünyanın çeşitli ülkeleriyle özellikle ekonomik ilişkiler kurmuştu; matbaa kurup Ermeni dilinde yoğun yayın başlatmışlardı. Moskova da Ermeniler’i koruyor, kolluyor ve yardımlar yapıyordu. Ama örneğin, Azerbaycan’ın öteki özerk cumhuriyeti Nahcivan’a hiçbir destek yoktu.

Ermeniler, bunları yaparken, Azerbaycan’lılar  da elbette gerekeni yapacaklardı ve yaptılar da. Örneğin, Azerbaycan’da Ermeni kalmadı! Tabii Ermenistan’da da Azeri!...

Hankendi’den geçerken, bize düşmanca bakan gençler görmüştük. Aslında buraya Azerbaycan’lılar giremiyorlarmış; ama biz girmiştik. Kurtarılmış bölge olan buradan geçen Azerbaycan plakalı araçlar çoğu zaman taşlanıyormuş.

Ben heykellerin fotoğraflarını çekerken, otomobil kullanan bir Ermeni bayan geçti. Beni Batılı bir turist sanmış olmalı ki gülümseyerek selam verdi.

           

ŞUŞA

            Hankend’i geçtikten sonra, dağ yolundan döne dolaşa yükselip Şuşa Kalesi’ne ve yaylasına ulaştık. Hankend’den geçişte bir hayli gerilen Refik; Karabağ’a hâkim tepeden aşağıya doğru bağırarak; “Sen alçak! Benim başımdan tacımı mı almak istiyorsun? Şuşa Azerbaycan sultanının tacıdır!...” diyordu. Sözcük anlamı şişe olan Şuşa, 18. yy’da Penah Han’ın ilgisiyle gelişmiş ve bu nedenle vaktiyle buraya “Penahkend” de denilmiş.

            Şuşa’da Cıdır Düzü’ne çıkıp dağları, vadiyi, ırmağı, ormanı, kasaba ve köyleri kuş bakışı seyrettik. Örneğin Hankend’den yaklaşık 500 metre yüksekteydik. Buradan birçok mağaralar görülüyordu. Şuşa Hanı İbrahim Han (18. yy), Ağa Mehemmet Han Kaçar’a karşı Şuşa vadisinde mağaralarda saklanmış.

            Cıdır Düzü, Kafkas dağlarının doruğunda, bir futbol sahasından daha büyük bir alandı. Sanki özel olarak düzenlenmiş gibiydi, ama düzlük doğaldı ve bu nedenle Cıdır Düzü deniliyordu. Eskiden burada atlı cirit oyunları oynanıyormuş. Düzlüğün altındaki Taşaltı Deresi de sırıl şırıl akıyordu.

            Acıkmıştık. Cıdır Düzü’ndeki Harı Bülbül Millî Yemekhanası’nda karnımızı doyurduk; sonra da Şuşa’yı gezdik. Şuşa’da 13 bin kişi yaşıyordu. Bunların 1000 kadarı Ermeni, diğerleri Azeri idi. Yani Şuşa, katıksız bir Azeri kentiydi. Ne yazık ki bugün (yani o tarihte) bu güzel ve tarihimiz için son derece önemli olan kent, Ermeni işgali altındadır!...

            Şuşa’daki kadim bir camiin ibadete kapatılarak Şuşa Tarih Müzesi’nin kurulmuş olmasına bir yandan üzülürken öte yandan hakikaten fevkalade güzel bir müzenin düzenlenmiş olmasına sevinmiştim. Buradaki belgelerden birisi, Ermenilerin, Azerbaycan topraklarına ayak basmalarıyla ilgiliydi. Müzedeki etnografik ve folklorik malzemeler de Türk kültürünün özgün örnekleriydi.

            Şuşa’da ziyaret ettiğimiz mekânlardan biri de Vagif Anıt Kabri idi. Ünlü Azeri bilgin Molla Penah Vagif için, o tarihlerde görkemli bir anıt mezar inşa edilmiş ve törenle açılışı yapılmıştı. Müzeye bağlı olarak bakımı ve koruması yapılan anıt mezarda görevli olan Gönül Sabir gızı Bağırova, bilgiler verirken bana; “Komünist gazetesinde sizinle yapılan röportajı okudum. ” dedi ve ekledi; “Siz orada günde 24 saat bana az geliyor, çalışmalarımı tamamlayamıyorum, dediniz, bu sözünüz çok ilgimi çekti…” Gönül Hanım bana müze defterini de imzalattı.

            Şuşa’nın yüz akı olan bir yer de İsa Bulağı idi. Orman içerisindeki bu güzel dinlenme yerinde, nefis bir de bulak akmakta ve suyu içilmektedir.. O sırada Şuşalı Türkolog Kadir İsmayılov geldi ve doğru bana yaklaşarak; “Sizi Bakü’den tanıyorum, kadim Türk yurdu Karabağ’a hoş geldiniz. ” dedi.

             

***

            Aradan yıllar geçti…Türkiye-Azerbaycan kardeşliği, güçlendi, güçler birleşti ve işgal altındaki Karabağ kurtarıldı. Ama azgın Ermeni uslanmadı! Türk düşmanı Batılıların desteğiyle bir kısım Ermeniler silahlandırıldı ve bir daha Karabağ’da saldırıya geçtiler. Bu kez Ruslar da arkalarında durmadılar. Kafkaslar’da büyük bir güç haline gelen Azerbaycan Ordusu, gerekeni yaptı ve birkaç saat içerisinde Karabağ’da sükûneti sağladı.