Libya’ya Ramazan’ın son günlerinde gitmiştik. Kaddafi, bayramı tam zamanında, devrimin yıldönümü olan 1 eylülde yapmış; sonraki düzenlemeler ise bayram günlerine rastlamıştı.
Arife günü ilginç bir iftar sofrasına oturmuştuk. Bu sofrada Müslüman olmayan ülkelerden gelen misafirler de bulunuyorlardı. Sofraya Libya mutfağının özgün örneklerinden çorba, kuskus, ayran ve meyve gelmişti. Tabii orucu açmak için de hurma vardı.
İftardan sonra otelde, biz bize geç saatlere kadar sohbet etmiştik.
3 Eylül 1978 tarihi ise, Ramazan Bayramının birinci günüydü. Delegasyonumuz, birbirleriyle bayramlaşmışlardı. Öğle yemeğini Vali İhsan Tekin ve Prof.Dr.Nevzat Yalçıntaş’la birlikte yemiştik. Vali Tekin, Türkiye’nin, böylesi ülkelerden yardım dilenir hale düşmesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirmiş; bunu yapan yöneticilerimize ve siyasilerimize kırgın olduğunu söylemişti.
O akşam Büyükelçimiz Mustafa Aşula’nınresepsiyonundaydık. Orada bayram kutlamaları arasında yenilip içilmişti.
Anadol Tangüner’le çıkıp, El Fecir gazetesine uğramış, orada, Anadolu’nun tanıdığı bazı gazetecilerle bir süre sohbet edip ayrılmıştık. Gazete binasının yanındaki TV binasının önünde nöbet tutan askerlerin durumları, yürekler acısıydı. Bu askerler son derece laubali bir şekilde oturuyorlardı ve ellerindeki silahları tutmayı dahi bilmiyorlardı!..
TÜRK DOSTLARIYLA
Bayramın ikinci gününün sabahında Halit Akgüner ile otelin lobisinde otururken, Nuri (Nori) Şerif gelmiş ve “hadi gidiyoruz” demişti. Türkiye’den, Libya’dan konuşurken, önümüzde yer sofrası kurulmuştu. Geleneksel Libya yemeklerini yedikten sonra, Libya’daki geleneğe uyarak, üzerine oturduğumuz yer minderlerine başımızı koyup bir süre uyumuştuk. O arada Nuri’nin bütün kardeşleriyle de tanışabilme imkanını bulmuş ve Arap giysileriyle fotoğraflar çektirmiştik. Nuri Şerif, Türk olduğunu söyleyen pek çok insandan daha fazla Türkiye’yi ve Türk insanını seviyordu. Halit bey, İzmir’deki derneğinin Libya temsilciliğini Nuri’ye vermişti. Atatürk’ün, Libya ulusal giysisiyle çekilmiş bir fotoğrafı evinin salonunu süslüyordu. Üç oğluna çocukluk yaşlarında, Türkiye’den alıp getirdiği Türk subayı elbiseleri giydirmişti.
Nuri’nin evinden çıkarken, Halk Kongresi üyelerinden Hacı Muhammed gelmiş, arabaya onu da alarak Dr.MahmudTarkum’un çiftliğine gitmiştik. Bu zat tıp tahsilini İstanbul’da yapmış; yine orada Kadın-Doğum ihtisasını da yaparak Libya’ya dönmüştü. Oğlu Salâh’ın doğum yeri de İstanbul’du. Halen Celâh Hastanesinin baştabibi idi. Sohbet esnasında Hacı Muhammed’in söylediği şu sözü, hemen kaydetmiştim: “Allah Türkiye’yi görmeden canımı almasın. Benim kâlbim, Türkiye’ye bağlıdır!...”
Sohbetlerde edindiğim izlenim şuydu: Kaddafi Trablus’ta sevilmiyordu. Bunun nedeni, birkaç ay önce, mülkiyet hakkının sınırlandırılmış olmasıydı. Alnının teriyle çalışıp, kazandığı parayla ikinci bir ev satın almış olan kişiye, bir tek daire bırakılıp, ikinci vb. meskenleri elinden alınıyordu. Bir şahsın sadece bir evi, (varsa) bir çiftliği ve bir otomobili olabiliyordu. Kaddafi’yi sevmeyenler, sadece ellerinden mal mülkü alınanlar değildi. Gençler de ondan memnun değillerdi. Çünkü gençlerin gönüllerince eğlenebilme şansları yoktu. Bira dahil alkollü içki almak, satmak ve içmek yasaktı. Mevcut sinemalar ise adeta hayvan ahırları gibiydi!... Dindar olan kişiler, Kaddafi’nin dinsel konuşmalarına karşı çıkıyorlar ve bu yüzden ona kızıyorlardı.
Kaddafi yönetimi, SSCB ve Varşova Paktına üye ülkelerle çok yakın ilişkiler kurmuştu. Şüheda meydanındaki konuşmasında da, desteklerinden ötürü Sovyet yönetimine teşekkür etmişti. O konuşmasında Kaddafi şunu da demişti: “Çalışanlar! İş yerlerini işgal edip, siz yöneteceksiniz!...” Ancak bu sözün dayanağı yoktu. Gerçi Libya aşiretten devlet yönetimine geçiyor ve yeni bir insan tipi yaratıyordu ama, sosyalist fikir ve sözleriyle kimilerini memnun ederken, kimilerini tamamen karşısına alıyordu. Gerçi Libya’da bir devrim yaşanıyordu ama, bu nereye kadar böyle giderdi?...
Akşam saatlerinden otele geldiğimizde, lobide bizim delegasyondan kimileriyle sohbet etmekte olan Dr.Ali Mustafa Mısrati ile tanışmıştım. Bu zat Libya’nın ünlü bir yazarıydı ve birçok kitapları vardı. Bunlardan birisi de, 1968 yılında yayımlanmış olan “Libya ve Türkiye Tarihi ve Sosyal İlişkiler” adlı kitaptı.
Yine orada tanıştığım bir başka kişi ise İslâm dinini kabul etmiş olan Alman Anton-JozefDiert’ti. Bu zat Müslüman olduktan sonra Yusuf Amin adını almıştı…
AHMET ŞAHATİ
Libya Halk Konseyi Dış İlişkiler Genel Sekreteri (bir anlamda Dışişleri Bakanı) Ahmet Şahati, bayramlaşmak üzere otele gelmişti. Şahati bu fırsattan yararlanarak delegasyonumuza bir nutuk çekerek, yaptıklarını ve yapmak istediklerini anlatmıştı. Söyledikleri özetle şunlardı:
“…Devrimin yıldönümüne katılan tüm delegasyonlara teşekkür ederim. SSCB’nden silahlanmamız; Türkiye ve Pakistan’dan da askerlerimizin yetiştirilmeleri konusunda büyük yardım gördük. Bu ülkelere şükranlarımı sunuyorum…”
Ekmelettin İhsanoğlu da delegasyonumuz adına konuşmuştu:
“Libya’nın mutlu gününde burada bulunmaktan mutluluk duyuyoruz. Libya devriminin lideri Kaddafi, kurtuluş hareketi yapan ülkelere yardım etmektedir. İnsanlık adına teşekkür ederim. Dost Libya’ya ebedi mutluluk dilerim.”
ŞARKILAR KADDAFİ’Yİ SÖYLÜYOR
Delegasyonumuzun çoğunluğu yurda dönmüşlerdi ve biz birkaç kişi, birkaç gün daha Libya’da kalacaktık. Bir akşam, sefaretimizin karşısındaki açık hava gazinosundaki konsere gitmiştik. En ön sırada, Libyalı iki bakanın yanına, Felahattin ve Cemil beylerle oturmuştum. Bu nedenle çok sayıda fotoğrafımız çekilmiş, TV kamerasında da görüntülenmiştik. Arap musikisini çok sevdiğim için, böylesi bir konseri izlemeyi çok istiyordum. Ses ve saz sanatçılarının çoğu, komşu Arap ülkelerinden gelmişlerdi. Bunlar arasında Cezayirli sanatçıların daha derli toplu ve daha eğitimli oldukları görülüyordu. Özellikle Selva adlı kadın ve Mahbub adlı erkek sanatçılarında avrupai bir hava vardı ve sesleri çok güzeldi. Selva’nın üzerinde yeşil bir kostüm vardı ve bu kostüm, Libya bayrağının rengini taşıyordu. Mahbub, şarkılarında Libya-Cezayir kardeşliğini işliyordu. Selva’nın okuduğu şarkılarda da sık sık Kaddafi’nin adı geçiyordu. Kuşkusuz Cezayirli sanatçılar Trablus’a gelmeden, derslerine çok iyi çalışmışlardı.
Gazinoda kadınlar bir yanda, erkekler bir yanda oturuyorlardı. Yani bir anlamda haremlik ve selamlık görünümü vardı. Karı koca konsere gelenler dahi, bu kurala uymuşlardı. Orada görevli olan kadın polislerin güzellikleri hemen fark ediliyordu.
İŞGAL
Kaddafi Şüheda meydanındaki konuşmasında, işçilerin, çalıştıkları iş yerlerini işgal etmelerini istemişti. Bunu emir telakki edenler hemen uygulamaya geçmişlerdi. Örneğin bizim kaldığımız otel, çalışanlar tarafından işgal edilmiş ve yönetim işçilere geçmişti. Ama işçiler, eski müdüre, yine müdürlük görevi vermişlerdi. Fakat otelin sahibi Libya’yı terkedip gitmişti!...
Dostluğumuz her gün biraz daha ilerleyen Nuri Şerif’in % 20 ile ortak olduğu bir şirkete de işçiler el koymuşlardı. El konulan şirket aslında devletin malıydı ve Nuri, ana parasını bile alamayacaktı!... Nuri, şirkete el koyan işçilerin, şirket çalışanlarından olmadığını da söylemişti.
GENÇLERİN ŞÖLENİ
Bir akşam, Şüheda meydanında, müzikli, danslı gösteriler olacağını söylemişler, biz de Cemil Karababa ile birlikte meydana gitmiştik. Oturacak yer yoktu ama, Türkiye’den geldiğimizi öğrenen gençler bize yer vermişlerdi. Kuran’dan bir ayetin okunması ve istiklal marşının çalınmasından sonra, bir de konuşma yapılmış ve şölen başlamıştı.
Öğrenci gruplarının geçit resmi yapmalarından sonra devrimi sembolize eden gösteriler yapılmıştı. Sonra bir musiki kaosu ve keşmekeşine tanık olmuştuk. Bir yanda Arap müziği çalınıp söyleniyor; öte yanda öğrenciler şarkılar, marşlar söylüyorlardı. Bir ara halktan bazı grupların şeref tribünü önüne gelerek bağırıp çığırmaları bir anda tansiyonun yükselmesine neden olmuştu.
Orada bazı Türklerle tanışmıştık. İçlerinde Türkiye’den yeni gelenler de vardı, birkaç yıldır orada olanlar da. Eskiler hallerinden memnun değildiler ve şikayette bulunuyorlardı.
YURDA DÖNÜŞ
Nihayet yurda dönme zamanı gelmişti. 09 Eylül 1978 tarihinde, Libya Hava Yolları uçağı ile Trablus’tan Bingazi’ye, oradan da İstanbul ve Ankara’ya uçarak, başkent Ankara’ya dönmüştüm.