Voyvodina (O tarihte Voyvodina, Sırbistan Cumhuriyeti içerisinde yer alan, özerk bir cumhuriyet idi. Sonraki yıllarda Macarlar’ın yaşadıkları bu ülke, Sırbistan tarafından ilhak edildi.)
Belleğimden Damlalar
Tanıtma Bakanlığı’ndan Bayan Gordana otele geldi. Salonda birer kahve içtikten sonra siyah Mersedes otomobille Belgrad’dan, Voyvodina’ya hareket ettik. Bir saatlik yolculuktan sonra Voyvodina başkenti Novi Sad’a ulaştık.ulaştık. Burada, Gordana hanım bizi, buradaki mihmandarımız, Felsefe Fakültesi öğretim görevlisi olan Bay Radoviç’e teslim etti. İki metre boyundaki Radoviç bizi doğruca bir Tarım Kooperatifine götürdü. O arada da şu bilgileri verdi: “Voyvodina Yugoslavya’nın tahıl ambarıdır. Ova eskiden denizmiş. Bu nedenle altta bol su vardır. Mısır ve buğday biçildikten sonra sapları yakılır ve küller toprakla karıştırılır. Gübre haline gelen saplar özellikle mısır üretimi için çok değerlidir.”
Gezdiğimiz tarım alanında gördüklerim karşısında gerçekten hayran kalmıştım. Ayçiçekleri, buğdaylar, mısırlar bu güne kadar gördüklerime oranla olağanüstü diyebileceğim mükemmellikteydi. Tarım alanında çalışanlar ise, daha çok tarım mühendisleri idi.
Başkent Novi Sad Novi Sad’ın nüfusu 200 bin dolayında. Kentin ortasından Tuna Nehri akıyor. Nehrin buradaki genişliği de bir hayli fazla. Kentin iki yakası, iki güzel köprü ile birleştirilmiş. Nehirde vapurlar çalışmakta ve çok sayıda kayık görülmektedir. Osmanlı Orduları Avusturya seferine giderken fethedilen Novi Sad, 140 yıl Türk egemenliği altında kalmış. O nedenle burada da çok sayıda Türkçe sözcüğe rastlamak mümkün. Örneğin kalenin üzerindeki “Saat Kulesi”, bugün ne aynı adla (Türkçe) anılmaktadır.
Kentteki yapılarda Avusturya mimarisi hakim. Barok stilinin hakim olduğu Novi Sad’a mimari eserler kenti de denilse yeridir. Sakin, şirin, sempatik, güzel bir kent, Novi Sad… Radoviç, kentte her yerin yemyeşil güzelliklerle süslü oluşunu, Üniversitenin Ziraat Fakültesi sayesinde olduğunu söyledi. Bu fakültenin öğretim elemanları, akademik görevlerinin yanı sıra, kentin bağ, bahçe ve tarımsal çalışmalarına da yardımcı oluyormuş. Mesela evinin önünde bir gül bahçesi oluşturmak isteyen kişi, fakülteden yardım görebiliyor, dolayısıyla bahçenin en güzeline sahip oluyor. Novi Sad’da o kadar çok gül gördüm ki, kendi kendime, “Bu kentin adı Gülistan olmalı” dedim. Tuna üzerindeki köprülerden birinin üzerinde demiryolu da var. Bu ülkede trafik sorunu yok. Yaya geçitlerinde, “yol yayalarındır” kuralına titizlikle uyulmaktadır. Bir kişi, yola adımını attığında, bütün motorlu vasıtalar derhal duruyor. Buna uymayan olursa, ağır şekilde cezalandırılıyor. Trafik görevlilerinin, kimi trafik suçlarını görmezden gelme gibi lüksleri yok!.
NOVİ SAD KALESİ
Belgrad Kalesi’nin küçük bir örneği gibi. Tuna Nehrine ve kentin bütününe egemen olan kale, son yıllarda esaslı bir restorasyon görmüş. Roma döneminde inşa edilen kalede restorasyondan önce askeri bir birlik konuşlanmış. Kale ikinci dünya savaşında da kullanılmış ve o dönemden kalan savaş araç ve gereçler de bugün burada sergilenmektedir. Kalede turistik bir otel, restoran ve gazino bulunmakta olup, Mareşal Tito, her yıl burada 15 gün tatil yapıyormuş. Kaleden bütün Novi Sad görünüyor demiştim. Gerçekten öyle. Voyvodina’nın en yüksek dağına sırtını dayamış olan kentte bugün hiç cami yok. Çok sayıda kilisenin varlığı ise normal görülmeli. Mihmandarımız Radoviç ırk ve din konusunda şu espriyi yaptı: “Novi Sad’da insana hangi ulustansın diye sorulmaz. Ne iş yapıyorsun diye sorulur!”
TARIM KOOPERATİFİ
O tarihlerde ben, merkezi Ankara’da bulunan ve Büyük Atatürk’ün direktifiyle 1936 yılında kurulmuş olan Türk Kooperatifçilik Kurumu’nun Yönetim Kurulu üyesiydim ve bu Kurumun aylık yayımorganı olan Karınca Dergisi’nin teknik yönetmenliğini de yapıyordum. Hem bizzat görmek, hem de gördüklerimi yazarak, ülkemdeki kooperatifçileri bu konuda bilgilendirmek amacıyla, Yugoslavya’ya ayak bastığım andan itibaren, iyi bir kooperatif görmeyi arzu ettiğimi söylemiştim. Bu arzuma Voyvodina’da ulaştım. Bu küçük ülkenin başkenti Novi Sad yakınındaki Kombina Agric adlı tarımsal amaçlı kooperatifi görecektim. Mihmandarım Radovic’le, Kombinanın Genel Müdürü Milcusnic’in başkentin merkezindeki makamına gittik ve orada bir süre sohbet ettik. Daha sonra, kent merkezine 10-15 Km. uzaklıktaki tarım alanına gittik. Kooperatif 19 ayrı üniteden oluşuyordu. Bunlardan 8’i devletin tasarrufu altında bulunuyor, 11 tanesi de özel sektörle birlikte tarımsal üretim yapıyordu. Evet, sosyalist bir ülke olmasına karşın, Yugoslavya’da özel sektör de vardı. Ne var ki, bu ünitelerin tümüne devletin müdahalesi oluyordu. Başka bir deyişle, Yugoslavya’da uygulanan kooperatif sistem, ne batıdaki ve Türkiye’deki kooperatif sistemine ve ne de örneğin Rusya veya Çin’deki gibi komünist sisteme uymuyordu. Zira Yugoslavya’nın her birimi, Özyönetim sistemiyle yönetiliyordu.
Makedonya’da anlatmışlardı: T.C.Başbakanı Bülent Ecevit, İzmir Milletvekili Alev Coşkun’u, Özyönetim sistemini incelemek üzere Yugoslavya’ya gönderir. Coşkun, her konuda sorular sorar, yanıtlarını alır. Ancak, bir süre sonra, aynı soruları yineleyerek, cevabını iyice içine sindirmek ister. Çünkü, gerçekten, o sistemi hemen kavrayabilmek, bizim için oldukça zordu. Kooperatifin ünitelerinden birisine, bir cumartesi günü ulaşmıştık. Burada, kadınlı erkekli gruplar çalışıyorlardı. Cumartesi günleri genel olarak işyerleri kapalı olmasına karşın, bu kombinada, çalışma devam ediyordu. Bu durumu Genel Müdür Nikola’ya sorduğumda şu cevabı almıştım: “Tarım, cumartesi, Pazar dinlemez. O nedenle her gün çalışma yapmamız gerekir.” Radovan, burada çalışanların hepsinin kooperatife ortak olduklarını söyleyince, cumartesi Pazar demeden sürekli çalışılmakta oluşunun nedeni de anlaşılıyordu. Zira işçiler ne kadar çok çalışıp üretirlerse, ceplerine o kadar para giriyordu. O arada, ülkemizde yaygın bir slogan haline gelen Ecevit’in şu sözünü hatırladım: “Toprak işleyenin, su kullananındır!...” Doğal olarak çalışanlar, kooperatifle ilgili her şeyle yakından ilgileniyorlardı. Yani üretimin değerlendirilmesi, satılıp paraya çevrilmesi, elde edilen paranın adil bir şekilde dağıtılması gibi hususlarda, çalışanların da söz hakları vardı. Ziraat Fakültesi onlara danışmanlık hizmeti veriyordu. Danışmanların önerileriyle yapılan çalışmalar sonucu buğday üretiminde 1’e 50 oranında ürün alınıyordu. Nitekim, araziye çıktığımızda bunu gözlerimle görmüştüm.
Kombina Agric’in tarımsal arazisi 45 bin hektar. Bunun 10 bin hektarlık bölümü sosyal amaçlara ayrılmıştır, ama devletleştirilmiş değildir. 35 bin hektarlık arazi ise Kombinada, yani kooperatifte çalışan kişilere aittir. Çalışmayan bir kişi, zaten kooperatife ortak edilmemektedir. Kombinadaki kimi hizmetler için çeşitli hayvanlar gereklidir. Örneğin at, öküz vb. Bu takdirde bu hayvanları kiralamak gerekmektedir. Ama kooperatif ortaklarının kişisel hayvanları vardır ve bunlar hayvanlarını getirerek, kombinanın emrine verirler ve sözleşme uyarınca kira ücreti alırlar. Ortaklara ait olan 35 bin hektarlık arazinin 4 bin hektarı sosyal hizmetlere ayırıyor. 21 hektar arazi ise tamamen çalışanlarındır. Görüleceği gibi 45 bin hektarlık arazinin 10 bin hektarlık bölümünden elde edilen ürün devletin, 4 bin hektarlık bölümün ürününden elde edilen gelir, ortakların sosyal giderlerinin karşılığı, 21 hektarlık arazinin kârı da tamamiyle kooperatif ortaklarınındır. Bu kâr, ortaklara eşit olarak dağıtılmaktadır. Doğal olarak bu gelirden, işletme giderleri, tesislerin geliştirilmesi için gerekli para bloke edilmektedir. Ama çalışanların ellerine geçen para, onların rahat yaşamaları için yeterli olmaktadır. Kombinanın yönetimiyle ilgili ilginç bir husus ta şudur: Genel Müdürü, “İşçi Konseyi” yani işçiler tayin ediyorlar. Genel Müdür, iş yerinin yönetimini üstlenip, konseyin kararlarını uyguluyor…
SIRBİSTAN 1986
Romanya’nın başkenti Bükreş’ten gece yarısında kalkan tren, sabah saatlerinde Yugoslavya topraklarına girdi. Düzgün bir ovada s yol alırken, arazinin verimliliği hemen dikkati çekiyordu. Burası Voyvodina bölgesiydi. Bu topraklardaki ürün verimliliğinin zenginliğini, daha önce yakından görmüştüm. Zira, buradaki tarım çalışmaları modern ve bilimsel yöntemlerle yapılıyordu. Burada tarımsal alanda çalışanlar, sıradan insanlar olmayıp konunun uzmanı, ziraat mühendisleriydi. Bir ara trenin durduğu bir istasyonun adı dikkatimi çekti: Alibunarı (Alipınarı) istasyonuydu.
Romanya Başkentinden, YSFC Başkenti Belgrad’a yaklaşık, oniki saatlik bir yolculuktan sonra ulaştım. Belgrad’ın eski tren istasyonunda, tam bir keşmekeş yaşanıyordu. Belgrad’da fazla kalmaya niyetim yoktu. Tren istasyonundan, JAT (Yugoslavya Hava Yolları) Terminaline gidecek; bulacağım ilk uçakla da Ohri (Makedonya)’ye uçacaktım. İstasyondaki taksi şoförleri, araçlarında var olan taksimetreleri açmıyor; tutturabildikleri ücretle yolcuları taşıyorlardı.
1977 Yılında geldiğim Belgrad’dan çok farklı bir Belgrad görüyordum. Tito’nun getirdiği o güzel özyönetim sistemi çatırdıyor; sosyalist düşünce yerini, vurgun sistemine bırakıyordu!. Aslında Yugoslavya’nın sosyalizmi, klasik sosyalist sistemden farklı, liberalizme yakın bir sistemdi. Kimi kentler, gelişmiş Batı Avrupa ülkelerine yakın bir gelişmişlik içindeydiler. Keza, iyi insanlar da az değildi. Gel gör ki, değişen dünya şartlarında, Yugoslavya insanı da değişiyor; alabildiğine maddileşiyorlardı. İnat edip, taksiye binmedim ve elimdeki valizle birlikte, istasyondan kalkan bir otobüse atladım. Otobüslerde abonman sistemi uygulanıyordu ama, bileti olmayanlara, şoför, bilet satıyordu. Böylelikle, 170 Dinar ödeyip, şehir merkezine kadar geldim. İndiğim yerde, bir adama JAT Terminalini sordum. Adam bana, “gel” dedi ve birlikte hemen önümüzden kalkmakta olan bir otobüse atladık. Bir durak sonra, “in” dedi ve eliyle gideceğim istikameti gösterdi. Yüz metre kadar yürüdükten sonra kocaman JAT yazısını gördüm. Terminale girip, Ohri’ye uçuş biletimi aldım. Ne var ki, uçuşuma daha 5-6 saatlik bir süre vardı. Üstelik elimde valiz vardı ve onu koyacak bir emanetçi de görünmüyordu. Bir süre, cadde üzerindeki mağazalara bakarak, yürüdüm. Daha sonra otobüsle, hava alanına geldim. Valizi bagaja verip, uçağa biniş kartını aldım. “Eh, alanda oyalanır, beklerim” derken, saatimi bir saat geriye alınca, bekleme süresi yine uzadı! Beklerken, telefon ederek, Vedat Hasan’a, takriben saat kaçta Ohri’de olacağımı söyledim. Çocuklara birer kart yazıp, postaya verdim. İtiraf edeyim ki, beklerken hiç sıkılmadım. Belgrad Hava Alanı geniş ve çok rahattı. Ara sıra, gerçekten rahat olan koltuklara oturup dinlendim. Belgrad hava alanındaki olumlu izlenimlerim, uçakların hareket saatine uymamaları yüzünden, olumsuza dönüştü. Zira hemen her uçak seferi gecikerek kalkıyordu. Nitekim beni Ohri’ye götürecek olan uçak, tam iki saatlik bir rötarla havalandı. Ve yarım günlük Sırbistan-Belgrad seyahatim sona erdi.