On Gözlü Köprü’nün ‘İletişim’ Türküsü

On Gözlü Köprü: Dicle Nehri’nin ikiye böldüğü Kırklar Dağı ile Diyarbakır Surlarını birleştiren, mimari ve tarihi açıdan en önemli eserlerden biridir. Ayrıca; Birçok yerli ve yabancı turistin uğrak noktası olma özelliği de taşımaktadır.

 

Üzerinde bulunan kitabede, Mervaniler tarafından 1065 yılına tarihlense de kimi kaynaklara göre daha eskiye dayandırılarak: ilk halinin tahribatlar sonucu onarım gördüğü ve onarım sonrası kitabenin yapıldığı şeklinde ifade edilmekte.

 

Köprüler sayesinde insanlar, nehir, dere gibi doğal engelleri aşarak, ulaşımı zor olan bölgelere geçmeyi ve bu geçişlerle birlikte, farklı toplumlarla iletişim kurmayı daha hızlı ve güvenli hale getirdi.

 

Bu vesileyle, farklı toplumlar tanışarak birbirlerini; Ticari, kültürel, İnanç ve benzeri alanlarda etkilediler.

 

Bu etkileşimlerin sonucunda, medeniyetler arasında var olan rekabet anlayışı, daha hızlı bir şekilde değişime uğradı. Kültürel tanıma ve etkileşme sayesinde oluşan değişim, toplumlara olumlu veya olumsuz birçok şeyi tecrübe ederek öğretti.

 

Bu öğretiler, ortak değerlere ait hikayelerin doğmasına vesile oldu. Geçmiş dönemlerde iletişim kaynaklarının kısıtlı olması, toplumsal hafızanın güçlenmesine ve değerlerin nesilden nesille aktarılmasına ortam hazırlıyordu.

 

Mesela Karacaoğlan, Yunus Emre veya Pir Sultan gibi tarihe adını yazmış değerlerin eserlerinin, yazılı kaynak olmadan, toplumun hafızasıyla birlikte günümüze kadar ulaşabilmesi bu durumun bir kanıtı olsa gerek.

 

Günümüz teknolojisi, iletişim ihtiyacını daha hızlı ve etkili bir biçimde karşılıyor. Bununla birlikte, yaşadığımız dönemde bu hikayelerin azalmış olduğunu görüyoruz. Bu durumun birçok nedeni olabilir. Artan nüfus ile birlikte tüketici toplum haline gelmemiz veya geçen zamanla birlikte farklılaşan ekonomik kaygılar gibi sebepleri örnek gösterebiliriz.

 

Değişen yaşam biçimi ve değer yargıları, topluma mâl olan hikayeleri de teker teker tüketiyor.

 

Toplumsal hafızadaki kültürel tükenmişlik bu hızla devam ederse; Erdemli olmayan davranış ve haller normalleşmeye doğru ilerlerken, aynı ölçüde kötü sayılacak olaylara karşı toplumsal tepkiler yok olma noktasına varacak diye endişe ediyorum.

 

Geçmiş hikayelerin bizlere aktardığı mesajın insani boyutu; Duyguların farklılıklara verdiği cevabın özetidir diye düşünüyorum.

 

Aynı zamanda kültürel hafızanın canlı kalması adına bu ve benzeri hikayelerin devamlılığını önemsiyorum.

 

Bu hikayeler, bazen türkü bazen ağıt veya daha farklı şekillerde yüreklere dokunur. Bu hikayelerden biri de; Diyarbakır’da kulaktan kulağa anlatılan, Adil ve Suzi olarak birçok kişi tarafından bilinen şehir efsanesidir.

 

Adil Müslüman, Suzi ise gayrimüslim bir aileye sahip olduğundan, kavuşmaları imkansız olan bir aşkı anlatıyor.

 

Birçok kişinin de bildiği hikayede

Zengin ve gayrimüslim olan ailenin çocukları olmuyormuş.

Kadın kırklar ziyaretine gelip bir çocuğunun olması için dilek dilemiş ve bu direkten sonra kızı olmuş.

Adını, Suzi yani Suzan koymuş.

Her doğum gününde, annesi onu süsler ve kırklar ziyaretine götürerek bir kurban kestirirmiş.

Suzan büyüyüp güzel bir genç kız olmuş.

Müslüman komşularının oğlu Adil ile birbirlerine aşık olmuşlar.

Yine bir doğum gününde Annesi Suzi’yi hizmetçilerle birlikte kurbanını kesmek üzere kırklara göndermiş.

Arkalarından habersizce Adil de gelmiş.

Hizmetçilerin kurban kesme telaşından yararlanan Suzi, Adil ile beraber dağın arkasına dolanmışlar.

Ve orada sevgilerini birbirlerine paylaşmışlar.

Kırklar ziyareti bu beraberliği bağışlamamış ziyaret Suzi’yi çarpmış.

Kız; On Gözlü Köprü’ye çıkıp kendini Dicle Nehri’ne bırakmış.

Suzi’nin ölümünden sonra Adil de aklını yitirmiş.

 

Bu dramın ardından,

Şeyhmus Diken tarafından kaleme alınan “Diyarbekir Diyarım Yitirmişem Yanarım, 1 baskı 2003, 5. Baskı 2018 İstanbul” Nakif’in hikâyesin de yer vermek istiyorum.

“2015 senesinde 97 yaşında rahmete giden Abdülsettar Hayati Avşar’ın anlatımı:

“Nakif, ilkokuldan arkadaşımdı.

Komiser Hicabi Efendinin torunu, Hakkı Efendinin de oğlu olur Nakif.

Ortaokulu bitirdikten sonra Eskişehir’e gidip okumuş hava pilotu olmuştu.

Orada bir kızı sevmiş. Kullandığı pırpır uçağıyla voleybol sahasının ağını havaya kaldırmış.

Günün olmadık saatlerinde sevdiği kızın evinin balkonunun yanı başından alçaktan uçuşlar yapmış. Bir sürü şikâyet gidince işinden olmuş.

 

Diyarbakır’a gelip Toprak Mahsulleri Ofisi’nde ambar memuru olarak işe girmişti. Sene 1947. Nakif çok savruk biriydi.

Berbere gider, bir lira tıraş parası öder, iki buçuk lira da bahşiş verirdi.

Her gece garda vagonlu restoranda arkadaşları ile içer çok para harcardı. Öldüğünde on küsur milyon lira zimmetine geçirip yediği çıktı.

 

İşte o yıllarda Nisan-Mayıs ayları Dicle Nehri’nin çok coştuğu aylardı. 1947 yılı Mayıs ayıydı. O gün mukaddes bir gündü, ya Miraç ya da Kandil günüydü. (Not: Diyanetin 1947 yılı kutsal günler takvimine baktım. 21-22 Mayıs Regaip Kandili ve Üç Ayların başı olarak gözüküyor.)

 

O gün Kolordu’dan arkadaşları ile birlikte yedi kişi, aralarında yüzbaşının eşi ve baldızı, Suzan’la birlikte Nakif’in ford marka büyük arabasıyla Gazi Köşkü olarak da bilinen Semanoğlu Köşkü’nün yakınına kadar çıkıyorlar. Pamuk Köşkünün sahibi Nihat Bey de o gün bahçe işleriyle uğraşıyor.

 

Sofralarını kuruyor ve ‘amca gel sen de iç’ diyorlar.

Nihat Bey; ‘Ben ömrümde rakı içmedim. Bugün de mukaddes bir gündür. Siz de içmeyin’ diyor.

Bir süre orada oturup sonra arabaya binerek Kırklar Dağı’na doğru gidiyorlar. Epeyce yiyip içip eğleniyorlar.

Dönüş yolunda Dicle’nin suyu epeyce kabarmış. Nehir neredeyse On Gözlü Köprü'nün gözelerinin üstüne gelip dayanmış. Köprünün Kırklar Dağı’na taraf olan kısmında yol nerdeyse yarıdan itibaren dardır.

Nakif o dar dönüşü alamayınca araç sulara gömülüyor.

Nakif ve Suzan’la birlikte araçta olan yedisi de boğuluyorlar.

 

İşte hikâyesi böyle:

Nakif’in mezarı, Mardinkapı Mezarlığı’nda. Onu mezara indirip defin eden de benim. Ha, Suzan Suzi’ye gelince o olaydan sonra bu şarkı çıktı. Hatta o şarkının bir kıtası daha var ve nedense onu hiç okumazlar, o da şudur:

“Köprünün orta gözü

Sular apardı bizi

Nakif gözün kör olsun

Öldürdün hepimizi…”

Her iki anlatımda iki farklı hikaye karşımıza çıkıyor.

Ama her iki anlatımda acılar ortak olarak yaşanıyor.

 

Bu nedenledir ki; On Gözlü Köprü’yü Dicle Nehri’nin üzerinde bir yol gibi düşünmektense her türlü iletişimin sağlandığı geçmişten günümüze farklılıkları buluşturan bir kültür mirası olarak görmek ve bize kattığı değerle şehrin dokusuna yansıttığı katkıyı unutmamak gerekir.

 

Yazılmamış türküler için gönlümüzde köprüler inşa edelim.

 

Her daim gönül köprülerimizin açık olması dileğiyle...