Kurumlaşmanın Oluşumu
İnsan üzerine düşünen tüm metinlerin ortak vurgusu, insanın canlılar âleminde kendine özgü bir konuma sahip olduğudur. Aristo, insanı ‘düşünen hayvan/canlı’ olarak tanımlar. Kadim gelenekte yaygın olan bu tanım, Müslüman filozoflar tarafından da paylaşılır ve tekrar edilir. İnsanın diğer canlılardan farklı olması ne demektir? İnsanın diğer canlılardan farklı oluşu hangi noktada ya da düzeyde ortaya çıkar?
Peter Berger ve Thomas Luckmann, bu farklılığı insan ile diğer canlıları mukayese ederek şu şekilde belirtiyorlar:
“(...) insan-olmayan hayvanların tümü, türler ve türlerin tek tek üyeleri olarak, çeşitli hayvan türlerinin biyolojik donanımının önceden belirlediği yapılara sahip kapalı dünyalarda yaşarlar.
Bunun tam tersine, insanın çevresiyle kurduğu ilişki, dünyaya-açıklık (world-openness) ile karakterize olur.” 10
“Dünyaya kapalılık” ile, “coğrafi yer değiştirmeler söz konusu olsa dahi, [diğer canlı türlerinin veya hayvanların] çevreyle kurdukları ilişkinin biyolojik olarak sabitlenmiş karakterine” atıfta bulunulmaktadır. “Dünyaya açıklık” ile de, insanın “diğer yüksek memelilerle kıyaslandığında az gelişmiş olarak tanımlanabilecek içgüdü terkibi sebebiyle, insan organizmasının, oluşum hâlindeki verili donanımını, daha geniş ve yanı sıra sürekli değişip çeşitlilik gösteren bir faaliyetler alanına uygulama yeteneğine sahip olması” kastedilmektedir. “Hayvanlarda ana-karnındayken tamamlanan önemli organizma gelişmeleri, insan yavrusu açısından rahimden ayrıldıktan sonra vukû bulur. Ancak bu zaman zarfında insan yavrusu, sadece dış-dünya içinde olmakla kalmaz, ama aynı zamanda, bu dünyayla oldukça karmaşık biçimlerde karşılıklı ilişkiler de geliştirir.” 11
O nedenle, insan organizması bir taraftan çevresiyle ilişkiye geçerken, öte taraftan da biyolojik olarak gelişimini devam ettirmektedir. Bu anlamda insanlaşma, hem insanî hem de doğal bir çevreyle girilen karşılıklı ilişki içerisinde gerçekleşir. Bunun anlamı da şudur: İnsanın gelişimi sadece belirli bir doğal çevre içinde değil, kendisine yönelen ‘anlamlı ötekiler’ ile kendisi arasında aracılık yapan spesifik bir kültürel ve sosyal düzenle de karşılıklı ilişki içinde gerçekleşir. Böylece, insan yavrusunun hayatta kalması belirli sosyal düzenlemeler içinde mümkün olur. Başka bir deyişle, insan organizmasının gelişimi ve biyolojik varlığının büyük bir kısmı, doğum anından itibaren sürekli bir surette sosyal olarak belirlenme müdahalesine tabidir.
“İmkânlar alanının açık psikolojik sınırlarına v bu çifte çevre ilişkisindeki farkı insanlaşma yollarına rağmen insan organizması, üzerined etkide bulunan çevre güçlerine karşılık vreme hususunda sonsuz bir yoğrulabilirlik (plasticity) sergiler.
(...) Bu, insanlaşma ve insan olma yollarının, insanın yarattığı kültürler kadar sayısız olduğu şeklindeki etnolojik klişede dile gelmiştir. İnsanolmaklık (humanness), sosyo-kültürel anlamda değişkendir. Başka bir deyişle, sosyo-kültürel oluşumların çeşitliliğini belirleyen biyolojik olarak sabitlenmiş bir alt-katman olması anlamında bir insan doğası yoktur. Yalnızca insanî sosyo-kültürel oluşumlara izin veren ve sınırlar koyan (dünyaya-açıklık ve içgüdü yapısının yoğrulabilirliği gibi) antropolojik sabiteler anlamında bir insan doğası sözkonusudur. Bunun dışında, bu insanolmaklığın içinde yoğrulduğu spesifik bir çerçeve, sözkonusu sosyo-kültürel oluşumlar tarafından belirlenir ve bu oluşumların sayısız varyasyonlarına göre değişir. İnsanın bir doğaya sahip olduğunu söylemek mümkünse de, insanın kendi doğasını inşa ettiğini ya da daha basit bir biçimde insanın kendini ürettiğini söylemek çok daha anlamlıdır.” 12
Unutulmaması gereken, Berger ve Luckmann’ın da vurguladıkları gibi, “insanın kendini üretmesinin, daima ve zorunlu olarak, sosyal bir teşebbüs” olduğudur: “İnsanlar, kendi sosyo-kültürel ve psikolojik oluşumlarıyla bütünleşen insanî bir çevreyi, hep beraber üretirler.(...) İnsanın spesifik insanlığı ve sosyalliği, ayrılmaz bağlarla birbirine bağlıdır. Homo sapiens, daima ve eşit ölçüde, homo socius’tur da.”13
Tartışmayı çok da uzatmadan şunu söylemek mümkündür: Verili bir ‘sosyal düzen’in, her türlü bireysel organizma gelişiminden önce geldiği aşikâr bir durum. Bu verili sosyal düzenin, insan davranışının büyük bir kısmı için belli bir yönde ve düzenli hâle getirilmesinde zorlayıcı bir etkiye sahip olduğu da açıktır. Bu noktada sorulması gereken soru, bu ‘verili sosyal düzen’in nasıl ortaya çıktığıdır. Sosyal düzenin verili oluşu, onun aşkın bir doğaya sahip olduğu ya da doğa yasalarından türetildiği anlamına gelmez. Sosyal düzen, insanların geçmişteki faaliyetlerinin bir sonucudur/ürünüdür ve insan faaliyetleri bu düzeni üretmeye devam ettiği müddetçe varlığını devam ettirir.
Bir bireyin izole bir hâlde ya da diğer insanlarla ilişkili bir biçimde gerçekleştirdiği bir ihtiyacı çözmeye ya da bir işi görmeye yönelik her türlü insan faaliyeti, icraatın başarılı sonuçlar vermesi durumunda, o işin gerçekleştirilme biçiminin alışılageldik hâli olma eğilimine sahiptir. Bu bilgiler öncelikle bireyin bilgi stokunda korunurlar, bu bilgiler paylaşıldığında ya da üçüncü şahıslara aktarıldığında, artık bu bilgi stoku toplumsal hafızanın veya toplumsal bilgi stokunun birer parçası hâline gelir ve kalıcılaşır. Bu toplumsal bilgi stokunun bir parçası hâline gelme, kalıcılaşma ve alışkanlık hâline gelme durumu, teorik olarak pek çok sayıda gerçekleştirilebilme ihtimali olan bir faaliyetin tek bir biçimde gerçekleştirilmesini sağlar ve ayrıca, her bir durumun her bir safhasının tek tek yeniden tanımlanmasını zorunlu bir uğraş olmaktan çıkarır. İşlerin yürütülmesini kolaylaştırır. Aynı zamanda da, bu seçenekleri teke indirme ve deneme-yanılmayı zorunlu olmaktan çıkarma hâli, işlerin yürütülmesini rutinleştirmek suretiyle de bireyi sınırlar. Bu anlamda da, Berger ve Luckmann’ın yukarıda değindiğimiz sözcükleriyle konuşacak olursak, insanın biyolojik olarak ‘dünyaya-açık’ olma hâlini, sosyal düzen aracılığıyla ‘dünyaya-kapalılığa’ dönüştürür. Kurumlar da, işte tam da bu ortamda ortaya çıkar:
“Ne zaman ki mutatlaştırılmış eylemlerin fâil tipleri tarafından karşılıklı biçimde tipleştirilmesi sözkonusu olur, o zaman kurumlaşma vukû bulur. Farklı bir biçimde söylersek, böylesi her tipleştirme bir kurumdur. Vurgulanması gereken şey, kurumsal tipleştirmelerin karşılıklığı ve yanı sıra sadece eylemlerin değil kurumlar içindeki fâillerin de tipikliğidir. Kurumları teşkil eden mutatlaşmış eylem tipleştirmeleri, daima başkalarıyla paylaşılır. Bunlar, söz konusu tikel sosyal grubun bütün üyeleri açısından ulaşılabilirdir ve kurum, bizâtihî, bireysel eylemlerin yanı sıra birey fâilleri de tipleştirir. Kurum, x tipteki fâiller tarafından icrâ edilecek x tipteki eylemleri tespit eder. (...)
Kurumlar ayrıca, tarihselliği ve kontrolü ihtiva eder. Eylemlerin karşılıklı tipleştirilmeleri, paylaşılan bir tarihin akışı içerisinde oluşturulur. Bunlar asla bir anda yaratılmazlar. Kurumlar, daima bir tarihe sahiptirler ve o tarihin ürünleridir. Bir kurumu, içinde üretildiği tarihsel süreci anlamaksızın lâyıkıyla anlamak imkânsızdır. Kurumlar ayrıca, bizzat varoluşları bakımından, teorik olarak pek çok başka yol mümkün olsa da insan davranışlarını tek bir yola yönlendiren önceden tanımlanmış davranış modelleri oluşturmak suretiyle sözkonusu davranışları kontrol ederler.” 14
Genel olarak, pratik hayatta kurumlar, dikkate değer sayıda insanı/bireyi içeren kolektif oluşumlarda kendisini gösterir. Bu, iki kişinin etkileşime girdiği durumlarda kurumların karşılıklı tipleştirme süreçlerini ortaya çıkarmayacağı anlamına gelmez. İki bireyin, örneğin Ahmet ile Mehmet ya da Ali ile Ayşe belli konularda birbirleriyle etkileşime girdikleri anda yapılan o insanî faaliyetle (etkileşime konu faaliyetin ilk kez gerçekleştirildiğini ya da izole bireylerin beraber ava gidilmesi, yemek yapılması ya da çocuk yetiştirilmesi gibi bir insanî faaliyete ilişkin olarak etkileşime geçtiklerini varsayalım) ilgili olarak belli tipleştirmeler hemen üretilecektir. Ahmet Mehmet’i gözlemler, yaptığı her bir eyleme belli bir anlamlar yükler ve bu eylemleri –sonuçlarına bakarak- tekrarlanabilir eylemler olarak tipleştirir. Sonrasında beraber yapıyor olma aşamasına geçilir. En nihayetinde de ‘bu iş böyle yapılır’ durumuna gelinir. İki kişinin bu şekilde karşılıklı tipleştirmeleri, bir tür ‘oyun’ olarak da görülebilir. Kendi yarattıkları bir dünyadır, keyfidir ve değiştirebilme imkânına da sahiptirler. Ancak belli bir faaliyetin gerçekleştirilme şekli üçüncü bir kişiye aktarıldığında, 15 bu bilgi aktaranları da bağlar ve iş görme biçimi keyfi olmaktan çıkar, bir zorunluluk hâlini alır. Yine Berger ve Luckmann’ın A ve B olarak kodladıkları iki kişi tarafından üretilen dünyaya ve kurumlaşmaya verdikleri örneğe ve bu örnek üzerinden yaptıkları değerlendirmelere bakalım:
“(...) A’nın ve B’nin faaliyetlerinin rutinleşmiş art-alanı, A ve B tarafından yapılacak kasıtlı müdahalelere tamamen açıktır. Bu rutinler bir kere kurulduktan sonra süreklileşme eğilimine gireceklerse de, onları değiştirme ve hatta ortadan kaldırma ihtimali, bilincin bir köşesinde durmaya devam eder. Bu dünyanın inşâ edilmiş olmasından tek başına A ve B sorumludur. A ve B, bu dünyayı değiştirmeye ya da ortadan kaldırmaya muktedirdir. Dahası, hatırlayabildikleri ortak geçmiş esnasında bu dünyayı bizzat biçimlendirdikleri için, bu şekilde biçimlenmiş dünya, onlara tamamen şeffaf görünür. Onlar, bizzat kendilerinin oluşturduğu bu dünyayı kavrar. Bütün bunlar, yeni kuşağa aktarma sürecinde değişir. Kurumsal dünyanın nesnelliği, sadece çocuklar açısından değil, aynı zamanda (bir ayna etkisi aracılığıyla) ebeveynler açısından da ‘yoğunlaşır’ ve ‘katılaşır’. ‘İşte yine yapıyoruz’, artık ‘Bunlar böyle yapılır’ hâline gelmiştir. Bu gözle bakılan bir dünya, bilinçte istikrar kazanır; o, daha da heybetli biçimde gerçek hâline gelir ve artık öyle kolayca da değiştirilemez. O, özellikle sözkonusu dünya içindeki sosyalizasyonların erken aşamasındaki çocuklar açısından, bu dünya (the world) hâline gelir. Ebeveynler açısından ise, oyun niteliğini kaybederek ‘ciddiyet’ kazanır. Ebeveynler tarafından aktarılan bu dünya çocuk açısından bütünüyle şeffaf değildir. Çocukların bu dünyanın biçimlenmesinde hiçbir rollerinin olmamasından dolayı, onları doğa gibi verili bir gerçeklik olarak karşılayan bu dünya, en azından yer yer bulanıktır. (...)
Şu hâlde kurumsal bir dünya, nesnel/objektif bir gerçeklik olarak tecrübe edilir. O, bireyin doğumunudan önce gelen ve şahsî hatıralarından etkilenmeyen bir tarihe sahiptir. Birey doğamadan önce o oradaydı ve öldükten sonra da orada olacaktır. Bu tarih, mevcut kurumların geleneği olması anlamında, bizâtihi nesnellik karakterine sahiptir. Bireyin hayat hikâyesi, toplumun nesnel tarihine yerleşmiş bir uğrak olarak kavranır. Tarihsel ve nesnel olarak kurumlar, bireyin karşısına reddedilemez olgular olarak çıkarlar. Kurumlar oradadırlar, bireye dışsaldırlar ve birey beğensin ya da beğenmesin, kendi gerçekliklerini sürdürmekte ısrarlıdırlar. Birey, bunlardan uzaklaşmayı arzu bile etmez. Bunlar, bireyin değiştirme ya da kurtulma çabalarına karşı direnir. Kurumlar, hem olgu olmaklıklarının katıksız gücü aracılığıyla kendileri olarak hem de sıklıklı bu kurumların en önemlisine bağlı kontrol mekânizmaları aracılığıyla birey üzerinde zorlayıcı bir güce sahiptir. Kurumların nesnel gerçekliği, birey onların amacını ya da işleyiş tarzını anlamadı diye azalmaz. Birey, sosyal dünyanın geniş kısımlarını anlaşılmaz, muhtemelne bulanıklığından dolayı baskıcı ama yine de gerçek olarak tecrübe edecektir. (...)
Kurumsal dünyanın nesnelliğinin, bireye ne kadar heybetli görünürse görünsün, insanî olarak üretilmiş, yani inşâ edilmiş bir nesnellik olduğunu akılda tutmak önemlidir. İnsanî faaliyetin dışsallaşmış ürünlerinin nesnellik karakteri kazandığı süreç, nesnelleşmedir. Kurumsal dünya nesnelleşmiş insan faaliyetidir ve her bir kurum için bu geçerlidir.”16
Dışsal bir gerçeklik olarak toplumun nasıl oluştuğunu ya da toplumun nesnel işleyişini temellendirmeye yönelik olarak; Georg Simmel’in ‘biçimsel sosyolojisi’, Tarde’ın taklit kuramı, Edmund Husserl’in fenomenolojisi, Alfred Schütz’ün fenomenolojik sosyoloji anlayışı, George H. Mead’in sembolik etkileşimci yaklaşımları ve Vilfredo Pareto’nun türev ve tortu kavramlarının kesiştiği bir noktadan hareketle geliştirilen bu açıklamalar ‘kurum’, ‘kurumlaşma’ ve ‘sosyalleşme’ konularına ilişkin kuşatıcı bir perspektif sunmaktadır. Aşağıdaki paragraflarda, önce sunduğu avantajları ve dezavantajları dikkate alan bir yaklaşımla, kurumların işlevleri değerlendirilecek, ardından da kurumların evrenselliğine ve tasnifine ilişkin bir değinide bulunulanacak ve sosyoloji literatüründe toplumun en temel kurumları olarak adlandırılan aile, eğitim, din, siyaset ve ekonomi kurumlarının ele alınacağı bölümler öncesinde ‘kurum’ kavramına bir aşinalık sağlamaya dönük olarak hazırlanan bu bölüm sonlandırılacaktır.