Şehrisebz
Semerkand’a 158 km uzaktaki Şehrisebz kentine uğramadan, Semerkand bölgesinden ayrılmak olmazdı. Bize tahsis edilen otomobille yolculuk yaptığımız için, çevreyi de rahatlıkla görebilme şansım vardı. Baharda gür akan, ama ekim ayında suyu azalan “Aksu” ve biraz daha gür akan “Dergam” nehirlerini geçtikten sonra yükseklerden yuvarlanıp gelen, ama temizlenmemiş olan taşlı yollardan geçerken rehberim; “Buralarda çıngıraklı yılanlar vardır.” diyordu. Yol üzerinde gördüğümüz koyunların ilginç kuyrukları vardı ve bunlar bol kekikli yaylalarda besleniyorlardı. Buralarda tilki ve kurtların cirit attığını da o arada öğrenmiştim. Oluşturulan millî parklarda yaşayan tavus kuşlarının da koruma altına alındıklarını, bir mermer ocağının yanından geçerken, Semerkand’da çok kaliteli Marmara mermerinin bulunduğunu öğrenmiştim. Derken, 1800 metre yükseklikteki “Aman-Kutan” dağının doruklarına tırmanmış; “Tahtakaraca” geçidinden geçip, tüm araçların konakladıkları bulakta durup su içmiştik. Bu Aman-Kutan dağının, uzaklarda bir yerde, Pamir’le birleştiğini görmüştük. Rehberim, bıkıp usanmadan anlatıyordu:
“İskender buralara geldiğinde askerleri difteri hastalığına yakalanmışlardı. İlaç bulamadılar ve askerlerinin bir kısmı öldüler; böylelikle çekilip gitmek zorunda kaldılar. Oysa o hastalığın ilacı vardı ama halk bunu söylemedi. Şu gördüğünüz deve dikenlerini kaynatıp içselerdi, iyileşeceklerdi. Nitekim Timur bu ilacı biliyordu ve aynı hastalığa yakalanan askerlerini tedavi etmişti…”
Rehberim uzun uzadıya bunları anlatırken, Spito Men adlı bir Orta Asyalıdan ve onun kahramanlıklarından da söz etmişti. Bu adamın “Karasaç” adlı atı 3 metre yükseğe sıçrayabilirmiş. Bir kitapçıda hayatı ile ilgili bir kitabı da gördüğüm Spito Men, başı kesilerek öldürülmüştü. Rehberim anlatıyordu: “Aleksander Makedonski Orta Asya’ya geldiğinde, askerleri buradan topladıkları lalelerin soğanlarını boyunlarına asmışlar. Bu soğanlar saadet sembolü imiş ve insanın şansını açarmış. Hollanda’ya bu soğanlar götürülmüş ve bu ülkede lale böylelikle üne ulaşmış.” Tabii rehberin bu inancını kabul etmek, Türkiye Türkleri için mümkün değildi, çünkü lale soğanları, Türkiye’den Hollanda’ya götürülmüştü.
Yolumuzun üzerindeki Karatepe’de ilginç bir tabiat olayı vardı; sanki iki Eskimo, iki tepe üzerinden birbirlerine uzanmışlar, öpüşüyorlardı!..
Semerkand’dan çıktıktan 1,5 saat sonra Şehrisebz’e gelmiştik. Ama ondan önce “Kitab” kentinden geçmiştik. Kitab’ın bittiği noktadan Şehrisebz başlıyordu. Yani bu iki kent birleşmişlerdi. “Sebz” yeşil demek olduğuna göre Şehrisebz, Yeşilşehir demek oluyordu. Bu kent sadece Orta Asya ve Türk tarihi açısından değil; dünya tarihi için de son derece önemliydi. Çünkü Timurlenk burada yaşamıştı ve karargâhı buradaydı. Bu kentte bize rehberlik edecek olan Mevlüde Avlaiva Hanım İnturist Oteli’nde bizi bekliyordu. Samimi, candan, sevecen bir kadındı.
Mevlüde hanım, Marco Polo’dan naklen anlatmıştı: “Timur’un karargahı olan Aksaray’ın inşaatı 1380’de başlamış ve 20 yıl sürmüş. Sarayın yüksekliği 50 metre. Aksaray’ın arkasında, 15. yüzyıldan kalan kale duvarları görülüyor. Sanki uzaklardan, Timur’un ayak sesleri geliyor. Orijinal çini fayanslar; bunların üzerindeki Arapça yazılar olduğu gibi duruyor…”
Aksaray’ın önündeki meydana Lenin’in adını vermişler. Bayramlar, kutlamalar burada yapılıyormuş. Aksaray’la ilişkili olduğu zannedilen Alaattin adlı bir şahsın da burada heykeli vardı. Afganistan sınırına yakın olan Termiz kentinde de çok sayıda tarihî eserin bulunduğu söyleniyordu. Camide Hz. İmam’ın oğulları Cihangir ve Ömer Şeyh medfundular. Kubbeli olan türbenin yüksekliği 27 metre idi. O gün bu camide cuma namazı kılınacaktı. Yaşlı Özbekler ve başka Müslüman topluluklara ait insanlar cami avlusunda yerlerini almışlardı. Bu kadim camiden bir cuma namazı kılmak fırsatını veren yüce Yaratan’a bir kez daha şükretmiştim…İmamın vaazını, Türkiye Türkçesi ile verilmiş olması dikkatimi çekmişti…
Timur Makberesi Timur, sağlığında kendisi için bir mezar yaptırmıştı. Ama ölünce onu Semerkand’a defnetmişlerdi. Fakat Şehrisebz’deki mezar, makam olarak bugün de onun adını taşımaktaydı. Yakındaki Pazar yerini de dolaşmıştık. Burası bedesten biçiminde, birkaç bölümden oluşmaktaydı. Ünlü ses sanatçısı Şirali Curayev’in kasetini bulup almıştım. Şeyh Şemsettin Makberesi 15-17. yüzyıldan kalan bir külliye içerisinde Seyyidler mezarlığı, cami, medrese ve türbe vardı. Türbedeki dört kabirden birisi Şeyh Şemsettin Kital’e aitti. Bu zat, Timurlenk’in üstadı idi ve 1370 yılında vefat etmişti. Kabirlerden birisinin üzerindeki mermerde açılan oyuk içerisindeki sudan içen kişinin öksürüğü hemen kesiliyormuş.
BUHARA
Buhara Hava alanında bizi Yazarlar Birliği’nin Buhara şubesi sekreteri Taşpulat Ahmetoğlu karşılamıştı. Taşpulat, bizim köy ağalarına benzeyen komünist partisinin güçlü bir adamıydı ve herkes ona saygı gösteriyordu. Buhara Oteli’ne gidip yerleşmiş; yemek yedikten sonra, buradaki rehberim Rahime Hanımla kenti gezmeye çıkmıştık. Rahime, Buhara hakkında geniş bilgi birikimine sahipti ve bana bu tarihi kenti en mükemmel biçimde tanıtmıştı…
Bir çöl kenti olan Buhara, 2500 yıllık bir kentti. Bartold’un saptamalarına göre sözün kökeni Sanskritçe olup Vihara’dan Buhara’ya dönüşmüştü. Anlamı ise “manastır”dı. Hiva kenti ile birlikte Orta Asya tarihinde önemli rol oynamışlardı. Burası tüm kervan yollarının kesiştiği yerdi. 2100 yıl önce İpek Yolu buradan geçiyordu ve 1985 yılında bunu kutlamışlardı. Buhara tarih içerisinde birkaç kez yıkılmış; sonra yeniden canlanarak eski hâline dönmüştü. Burada çok çeşitli medeniyetler yaşamıştı.
Buhara’da 250 binden fazla insan yaşıyordu. Yüzölçümü 44.000 km2 idi ama büyük bir kısmı Kızılkum çölü idi. “Ak altın” dedikleri Özbek pamuğunun önemli bir kısmı Buhara’da üretiliyordu. Söylediklerine göre pamuktan 133 çeşit ürün elde ediliyordu. 1953 yılında bölgede doğal gaz bulunmuş ve Orta Avrupa’ya kadar uzanan bir boru hattı döşenmişti. Petrol boru hattı ise 1958’de inşa edilmişti. 1968’de Buhara’dan Urallara kadar doğal gaz boru hattı çekilmişti. 5 cumhuriyeti dolaşan boru hattı için “dostluk boru hattı” denilmişti. Urallara kadar hat çekilmesinin nedeni Ural Bölgesi’nde, sanayi tesislerinin çok oluşu ve enerjiye ihtiyaç duyulmasıydı. Ayrıca Buhara’dan Rusya’nın merkezine kadar uzayan 3000 km lik bir başka doğal gaz boru hattı vardı. Özbekistan’ın Gazli bölgesinde yılda 36 milyar metreküp doğal gaz ve 30 bin ton petrol üretiliyordu.
Ark Kalesi’nin tam karşısındaki tarihi Bala Havuz Camii 1712 tarihinde yapılmıştı. Bu camiye “Kırk Kolonlu Cami” de deniliyordu.
Cengiz Han, 13. yüzyılda Buhara’yı işgal edince, kenti yakıp yıkmış ve 7 yıl süreyle kentte hayat durmuştu! O günlerden kalan üç yapı restore edilerek canlandırılmıştı. Bunlardan birisi “İsmail Samani Türbesi”, diğerleri ise “Magoki Ahari Camii” ve “Minare Kolon” (Büyük Minare) idi.
16. yüzyılda Şeyh Baki tarafından ele geçirilen Buhara’nın çevresinde 12 km lik duvar vardı. Bundan sonra şehir gelişmeye başlamış; önce “Koş Medrese”; sonra “Uluğbek Medresesi” inşa edilmişti. Aksak Timur’un torunu olan Uluğ Bey, 1417’de, Orta Asya’nın bu en büyük medresesinden sonra, 1427’de Semerkand’da; 1433’de Gijduvan’da iki medrese daha inşa ettirmişti. Uluğbek Medresesi çini mozayiklerle süslü olup, kapı çevresinde çini üzerine ayetler yazılıydı. Devrinin en büyük bilgini olan Uluğ Bey, kadın haklarının savunucusu olmakla da ünlüydü.
Nadir Divan Bey Medresesi önünde, havuza nazır yerde Nasreddin Hoca’nın heykeli vardı. Özbekler, Nasreddin hoca’nın Özbek kökenli olduğunu iddia ediyorlardı. 1977’de Şapiro adlı bir heykeltıraşın yaptığı bu heykelde Hoca, eşeği üzerinde görülüyor ve bir eliyle nanik yapıyordu!..
Buhara Emiri’nin sarayı, tek kelimeyle muhteşemdi. Burada dikkatimi çeken bir husus da Buhara Emirliğinin resmî bayrağının üzerinde ay ve yıldız bulunuyor olmasıydı…Ayrıca sarayın bir odasının duvarları da ay ve yıldızla süslenmişti. Esasen sarayın adı da “ay-yıldız” idi.