1937 yılında Afyonkarahisar’da, Çavuşbaş mahallesi Küçük Olucak Sokaktaki fırının bitişiğindeki evde doğdum. Birkaç yıl sonra babam elimden tutup, önce Cumhuriyet ilkokuluna kaydımı yaptırdı.
Sonra Ulu Caminin karşısındaki eve götürüp, Hüseyin Hoca’ya, “eti senin, kemiği benim” diyerek teslim etti ve böylelikle din eğitimi almamı sağladı. Hüseyin Hoca bana ilk olarak İslâmın, sonra İmanın şartlarını öğretti. İslâmın şartı 5, imanın şartı 6 idi ve öncelikle, bu öğretilerin orijinal metinlerini, sonra da anlamlarını öğrenmiştim. Bilindiği üzere İslâmın şartı: “Savm, salat, hac, zekat, kelime-i şehadet” yani “oruç, namaz, hac, zekât, kelime-i şehadet”dir…imanın şartı ise; “Âmentü billâhi ve melâiketihî ve kütübihî ve rusülihîve'l-yevmi'l-âhiri ve bi'l-kaderi hayrihî ve şerrihîmine'llāhiteâlâ; ve'l-ba'süba'de'l-mevt hakk’uneşhedü en lâ ilâhe illâllāh ve eşhedüenneMuhammedenabduhû ve resûlühi." Yani Allah’ın tek olduğuna, meleklerine, gönderdiği kutsal kitaplara, peygamberlere, hayrın da şerrinde Allah’tan geldiğine, Ahiret gününe inandım, iman ettim.
Bu inanç ve imanla, aklımın erdiği günden başlayarak, oruç tutuyordum. Uzun yaz günlerinde vakit geçmek bilmezdi. Bir yandan Akşam ezanını öte yandan da Hıdırlık’taki kuleden patlayacak iftar topunun sesini beklerdim.
Teravih namazlarını, her akşam başka bir camide kılardık. O yıllarda açık hava çay bahçeleri vardı. Buralarda tombala çekilişleri yapılır; Ramazan eğlenceleri düzenlenirdi. Zaman zaman İstanbul’dan gelen ses ve tiyatro sanatçıları olurdu. Kadın kantocular, üç beş kişilik tiyatro grupları ile hoş vakit geçirilir, sahur vaktine yakın evlere gidilirdi.
Zaman zaman teravihten sonra evlerde buluşulur, edebî ve dinî sohbetler edilirdi…Bu buluşmalar kuşkusuz, hali vakti iyi olan aile reislerinin çağrıları ile yapılırdı. Yemekler topluca yenilir, topluca teravih namazı kılınır ve sahura kadar sohbet edilirdi. Kuşkusuz grup içerisinde imamlık ve müezzinlik yapabilecek kişiler de olurdu.
Ülkemin nüfusu 84-85 milyon oldu. Hayat şartları alabildiğine güçleşince, eski Ramazanları yaşayabilmek pek mümkün olmamaktadır. Zira pek çok insan, akşam yemeği ile yetinerek sahura kalkmamakta ve bu yüzden sağlık sorunları artmaktadır.
Hocamın bana öğrettiğine göre, mutlaka sahura kalkılmalı ve bir şeyler yenilmelidir. İslâmi kurallara göre oruç tutacak kişi, sahura kalkmalı, yeterince karnını doyurduktan sonra, gerekli duaları yaptıktan, ağzını ve dişlerini fırçalayıp temizledikten sonra, oruç tutmak üzere niyetlenmelidir…Esasen, hekimler de, sağlığın korunabilmesi için, mutlaka sahur yemeğinin alınmasının şart olduğunu belirtmişlerdir.
Evimizin yanındaki mahalle fırınında, annem ve kız kardeşlerim, sahura bir-iki saat kala, börek, ağzıaçık,bükme vb.gibi hamur yiyecekleri hazırlayıp, fırına götürür, bunlar piştikten sonra sofraya konulurdu. Biz 6 kardeştik, annem ve babamla 8 kişiden oluşan ailemiz ile birlikte, evin bir bölümünde ikamet eden amcam, yengem ve 3 çocuklarıyla birlikte 5 kişilik grubu da eklersek, 13 kişi, meydan sofrasına oturarak, fırından gelen hamur işlerini peylaşırdık. Hatta kimi zaman misafirler de olurdu.
Ve oruç başlardı…
Oruç tutanlar, teravih ve sabah namazlarıyla birlikte,öğle, ikindi ve akşam namazlarını da eda ederlerdi. Özellikle ikindi mamazını müteakip, bazı camilerde önemli hocalar tarafından vaaz verilirdi. Bu vaazlar eğitici-öğretici özellikler taşırlardı. Örneğin “Çiğer Köşem” adıyla tanınan bir vaiz vardı ki, onun vaaz verdiği cami, tıklım tıklım dolu olurdu. Bu zatın esprilerle, nükte ve fıkralarla süslediği konuşmaları, kıssalarla dolu olurdu.
Uzun yaz günlerinde, çocuklar akşamı zor ederlerdi. İkindi saatleri geldiğinde çocuğu oyalamak, problem olurdu. “Oruç eğlemek” diye bir deyim vardı. “Oruç aşı” deyimi de çocukluk yıllarımızın yaygın bir sözü idi. Çocuğun oruç tutmasını,orucunu sakatlamadan akşama kadar sürdürmesi için sevdiği yiyecekler alınır ve “orucunu bunlarla açacaksın” diyerek avutulurdu.Şayet çocuk iftar saatine kadar dayanamayıp sorun çıkarırsa, o zaman “direk vurdurulurdu!” Bu deyim çocuğun, öğle saatlerinde bir kez, bir şeyler yiyebilmesi demekti. Böylece çocuk oruç kavramına alıştırılırdı.
Teravih namazlarında kadınlara ayrılan mahfil dolu olurdu. Bu nedenle kadınlar, erken saatlerde çocuğunu camiye göndererek, kendisi için yer tutulmasını sağlardı.
Ramazan boyunca Afyonkarahisar’ın sırtını dayamış olduğu Hıdırlık Tepesinden, top atışı yapılırdı. Bu atış, beş namaz vaktinde yinelenirdi…Akşam saatindetop atışıyla oruç bozulur; imsak vakti, yine top atışıyla belirlenip, oruç başlardı. Sahura doğru, mahallelerde Ramazan davulu çalar, davulcular gelenek uyarınca, ölçülü sözler ve maniler söylerlerdi. Bu manilerden bazıları şöyle idi:
Ramazan geldi dayandı
Camiler nura boyandı
Benim devletli efendi
Sıra paraya dayandı.
Arkadaş bana uydu
Tenhalarda beni soydu
İftar vakti geldiğinde
Birbuçuk mandayla doldu.
Güle geldim kapınıza
Selam verdim topunuza
Bahşişimi vermezseniz
Darılırım hepinize.
Aşağıda doğru geldim
Davulumu vurdum deldim
Ey benim ağam efendim
Sizin kapıyı da buldum.
Kara koyun kuzuludur
Alnı da ak yazılıdır
Bekletmeyin komşularım
İki dizim sızılıdır.
Davulumun ipi tire
Omuzumu yedi pire
Güzel beyim ver bahşişi
Gideyim bir başka yere
Kara keçi otlatırım
Hendek hendek atlatırım
Verin benim bahşişimi
Davulumu patlatırım.