Ölümle Satranç: Yedinci Mühür

Herkesin küçüklüğünde oluşturduğu ve herkesten -gizlediği- bir “yaratıcı” imgesi vardır sanıyorum. Çünkü o zamanlar bir imge oluşturmanın şirk/günah olduğunu bilmediğimiz zamanlar. Benim de vardı. Korkutucu bir imgeydi. Ve o karanlık imgeyi aklamak çok zamanımı aldı. Aydınlandığımda fark ettiğim ilk hata şu olmuştu; o imge aslında hiç bana ait değildi. Pek kıymetli büyüklerin sunduklarının sonucuydu. Çünkü her hatamızda bize çarpılacağımız söylenirdi. Günah! Günah! Günah! Fakat sadece çocuktuk. Yaptıklarımızı yaratıcımız affederdi ama büyükler affetmiyordu işte!

 

Yıllar sonra bir gün film izlerken (Persapolis), filmdeki küçük çocuğun zihnindeki Allah Baba’yla tanıştım. Aksakallı, gülen yüzlü, bembeyaz bir imge. Sonra neden diye sordum? Neden rengarenk ya da bembeyaz değildi benim zihnimdeki imge? Neden korkmayı öğrettiler? Neden hep cezalandırıcı olarak sundular? Neden hep cehennemden söz ettiler?  Oysa cennet de vardı ve büyükler oradan söz etmeyi hep unutuyordu. Çok öfkelendiğimi hatırlıyorum ve ardından oturup bir yazı yazdım. Üretmek iyi gelmişti.

 

Ingmar Bergman’ın babası Lutherci bir papaz. Küçüklüğünden itibaren kiliseyle iç içe büyümüş ve o dönemde sanatın merkezi olan kiliselerde sanatla da iç içe bir çocukluk geçirmiş. Babasının eşi ve çocuklarıyla ilişkisi soğuk ve mesafeli olmuş. Annesinin sevgisini de eksiklikle hmiş. Filmlerinde anne figürü bu nedenle hep özlemle sarmalanmış. (Persona ve Sessizlik filmlerinde bu duygu durumunu net bir şekilde ayrımsayabilirsiniz.)

 

Bir de Yedinci Mühür var ki, Bergman sinemasında başka bir yerde durur. Kimi filmlerin fikrini çok severiz. Nasıl oldu da yönetmen bu fikri bulabildi deriz. Hatta az daha öteye gider bu fikir keşke benim olsaydı deriz, öylesine hemhal oluruz fikirle. İşte Yedinci Mühür tam da böyle htiğim bir film olmuştu. Muntazam somutlamaları hayrete düşürmüştü aklımı. Ölüm kavramını, korkusunu ve ölüme dair bilinmezliği anlatma yolu olarak, karakterini ölümle satranç oynatarak sunmayı tercih eden bir bilinçten söz ediyorum. Hayatımızın aslında ölümle kucak kucağa bir dans oluşunu filmin finalinde belli belirsiz bir “Ölüm Dansı” sahnesiyle somutlayan bir yönetmenden söz ediyorum. Gerçekten inanılmaz!

 

İkonik bir film, Bergman’ın bilinç dışının kamerayla biçim bulması adeta. Çocukluğunu, hayatını sorgulamalarıyla dolu bir çeşit öz terapi. Sanki yazdıkça ve çektikçe arınmış. Ölüm, yaratıcı, vebal, sanat, iktidar, şeytan, insan vicdanı ve aslında insanlık tarihinde hep zorlayıcı olmuş bütün kavramlar adeta bu filmde dans etmiş. Garip olan şu ki bu saydıklarım o kadar yalın bir biçimde filmde eritilmiş ki bütün bu zor kavramlar akıp gitmiş sahnelerce. Bir dönem filmi gibi görünse de dönemi aşan bir film. Bir dönem resmine kendi korkularını, bilmek istediklerini, ölümü, yaşamın anlamını bulma arayışını, hiçliği özenle yerleştirmiş.

 

Bir de filmde sevdiğim iletilerden biri de şu olmuştu: Sanat güzelleştiren ve kurtaran olabilir mi? Bence kuşkusuz evet! Sanat hayatın zorbalıklarına bir cevaptır. Çocukluğunuzdaki suskunluklarınızdan kalma kan gölüne bastığınız pamuktur.