Açlığın Estetiği

    Sinemaya olan ilgim, sinema artık hayatımın bir parçası olmalı evresine geçtikten sonra sinemaya dair nasıl üretebilirim sorusunu sormaya başladım kendime. Film izlemediğim her gün hayıflanmaya başlamıştım. Üretmek için daha çok izlemek, daha çok okumak, daha çok gözlemlemek şart.

 

    Bir zaman sonra elbette yetersiz olduğunun farkında olarak yazdığım senaryoları geliştirip kısa film çekme isteğim de yoğun bir şekilde ruhuma tahakküm kurmaya başlamıştı. İyi ama film yapmak için gerekli hiçbir şeyim yoktu. Sadece fikrim vardı. Yetmiyordu.

 

    Bir gün sinema derslerimizin birinde -yetmiyordu- kelimesinden utandıracak bir konuyu anlatmaya başladı hocamız. Dersimizin konusu “Üçüncü Dünya Sineması”ydı. Bu teorinin benim için vurucu sloganıysa şu oldu “Elde bir kamera, akılda bir fikir”. Okuduğum anda cümle, elleriyle yakama yapışıp bu ne şımarıklık demişti bana sanki. Üçüncü dünya ülkeleri benim yaptığım gibi kolaya kaçıp yetmez demek yerine ekonomik olarak gelişmemiş olmamız estetik olarak da gelişmemiş olduğumuz anlamına gelmez demeyi tercih etmişlerdi. Zayıflığın (altyapı, yol, para…) kendisinden yola çıkarak yoksulluğu bir güç ve onur haline getirmek anlayışıyla filmler üretmişlerdi. Sinema estetiğinin toplumsal hayat içinde eritilebileceğini, zengin kültürel ögelerle beslenebileceğini fark etmişlerdi.

 

    Üretmenin yakınmaktan fazlası olduğunu da anlamıştım böylelikle. Hayatımdaki en gerçek derslerden biri bittiğinde artık -yeteceğini- biliyordum.

 

    Öneri Köşesi:

    Yerli sinemamızda bir örnek oluşturması açısından Yılmaz Güney’in Umut filmini izleyebilirsiniz. Dünyadaki örnekleri için de Latin Amerika ülkeleri, Afrika ülkeleri, İran filmleri bir izlek oluşturabilir. Bir Arjantin filmi olan Kızgın Fırınları Saati ise akımın en belirgin temsilidir.