Günümüz dünyasında bir şeylere şaşırmayı bırakalı çok oldu. Öyle olaylar yaşıyoruz ki, artık şaşırmak bile yorucu geliyor insana. Her gün televizyon ekranlarına, sosyal medya akışlarına düşen yeni olaylar, skandallar, felaketler…

Bunlar, Ece Üner’in sözleriyle, gerçekten de şaşırmayı unuttuğumuz bir zaman diliminde yaşadığımızı hissettiriyor.

Ekonomiden siyasete, çevre sorunlarından toplumdaki adaletsizliğe kadar her konuda her gün yeni bir kriz ile uyanıyoruz. Her şey giderek daha hızlı tüketiliyor; tartışmalar, hayal kırıklıkları ve üzüntüler bile... Bir gün konuştuğumuz bir mesele ertesi gün unutuluyor, yerini bir başkasına bırakıyor. Artık çoğumuzun en büyük korkusu, yaşanan olumsuzluklara karşı duyarsızlaşmak, “alışmak” ya da “normalleştirmek” değil mi? Belki de en büyük sorunumuz bu; duyarsızlık duvarımız giderek yükseliyor.

Bir yandan tüm bu karmaşanın içinde güvende hissetmeye çalışıyor, bir yandan da umutla bu döngüden nasıl çıkabileceğimizi arıyoruz. Şaşırmak istemiyoruz, ama aynı zamanda hayatımızın tekrar olağan ve güven verici bir rotaya oturmasını umuyoruz. Ancak bu, yalnızca tepki vererek, kızarak veya geçici olarak öfkelenerek olacak bir şey değil. Belki de her birimiz, gündelik hayatta kendimize ve çevremize, neye alışmamalıyız, neyi görmezden gelmemeliyiz, bunu hatırlatmalıyız.

Ece Üner’in sesi, “artık şaşırmayı unuttuk” derken aslında bizlere bir çağrı gibi geliyor: Kendimize her gün soralım; acaba duyarsızlaşıyor muyuz? Haksızlıklara, çevresel felaketlere, adaletsizliklere “alışmak” diye bir lüksümüz var mı? Kendimizi tekrar hatırlamak, kayıtsız kalmadığımızı göstermek için belki de yeniden şaşırmaya ve ses çıkarmaya ihtiyacımız var.

Yani, belki de şaşırmayı hatırlamak zorundayız. Sırf bir şeyler daha az acıtır diye, onları göz ardı etmek çözüm değil. Ece Üner’in sözleri gibi, kalbimizi de vicdanımızı da diri tutmak zorundayız.