Evde Doğum!
2 hafta gecikmeli de olsa sonunda Pîya dünyaya gelmeye karar verdi. Onun varlığından haberdar olduğum ilk günden beri kararımı vermiştim. Herkesin; “hangi çağda yaşıyorsun, hiç mi korkmuyorsun?” demesine rağmen evimizde karşılayacaktık onu; kardeşiyle, babasıyla ve ebesiyle birlikte.
Hastane odaları hastalara kalsın dedim, ben bir kadındım ve sadece hamileydim; bir bedende iki can taşımak hastalık mıdır yoksa mucize mi? Doğuma gelince, bir kadının yapabileceği en iyi şey bu zaten. Yani hiç korkusuzca, tamamen bedenine güvenerek yapacağı en iyi eylem. Bunun için doğumhane odalarında yatarak 'doğurtulmaya' gerek yoktu. Evet doğurtulmak… Hastane ve doktorlara teslim olup doğurtun beni demek... Çatal denen o saçma sapan sedyeye yatarak doğurtulmak…
Hangi memeli hayvan yatarak doğurur ki insandan başka. Bir aslan, bir köpek, bir fil veya bir geyik. Söylesenize hangisi yatarak, yer çekimine ters bir pozisyonda doğum yapmaya kalkar ki?
Hadi onu geçelim, hastaneye girdiğin andan itibaren bin bir türlü saçmalık…
Hamile kedinizi veterinere götürürsünüz doğumu için, ama veteriner size güler geçer. Yani bunun için buraya gelmenize gerek yok der. “Kedinizi evinize götürün, o sadece doğum yapacak, gayet normal ve onun bedeni ne yapması gerektiğini bilir. Siz sadece ona gerekli ortamı hazırlayın; sakin, sessiz, güvenli ve loş bir ortam” der. Ama aynı veterinerin karısı doğum yapacağı vakit apar topar telaşla hastaneye...
Bol gürültülü, bol ışıklı, mahremiyetin sıfır olduğu yere yani.
Hâlbuki bir kedinin doğurma eylemiyle bir kadınınki aynıdır. Doktorların da gözden kaçırdıkları nokta bu. Kadını doğurtmak istemeleri. Hâlbuki kadın doğurmak için vardır doğurtulmak için değil. Bu yüzden hastanelere gerek yoktur doğum için.
Hastaneler, doğum anında ağrı kesici görevi görmek için salgılanan endorfin hormonunu ve rahmin kasılmalarında etkili olan oksitosin hormununu daha kapıdan girer girmez sıfıra indirir, salgılanmasını engeller. Çünkü bu hormonların salgılanması için negatif dilin olmaması, sakin, sessiz, yoğun ışıklardan yoksun loş ve mahremiyete saygının olduğu bir ortamın olması gerekli ve tabi sevdiğin insanlar.
Peki, hastanede bunların hangi biri mevcut! Daha kapıdan girer girmez 'hasta' diye hitap edilir sana, ve ardından son derece negatif bir dil; “hastayı sancı odasına alın(işkence odası der gibi), suni sancı verin bebeği kaybetme riski olabilir acele edin, gerekirse acilen suyunu patlatın, nst ye bağlayın, bebeğin kalp atışları her an durabilir vs vs... Tüm bunlar zaten büyük bir korku yaratır beyinde. Ve beyin tüm bedeni uyararak kasılmaları durdurur, korkunun etkisiyle de hormon salgıları durur, doğum durur. Tıpkı bir ceylanın doğum anında bir aslanı fark etmesiyle aniden rahim kasılmalarını durdurup uzaklaşması gibi.
Beden zihin bağlantısı bu denli mühimdir doğumda. Beyindir tüm vücudu yöneten. Negatif dilin etkisiyle beyinde oluşan korku ile kadın fark etmeden doğumu durdurur ve böylece müdahaleler silsilesi başlar. Suni sancı, ağrı kesiciler, epizyo, lavman, gereksiz serumlar, damar yolu, kesintisiz nst ve en sonunda iyice strese giren bebeğin kalp atımı zayıflar ve hadi bir bakmışsın sezeryan… Ortam zaten doğum için en uygunsuz ortam. Bol ışıklı, bol gürültülü; anneye, bebeğe ve mahremiyete saygının olmadığı... Sözüm ona buz gibi bir doğumhane ortamı işte!
Doğum sonrası bebek böylesi bir ortama gelir. Adeta bir travmadır anne için de onun için de... Hemen kordonu kesilir, ten tene anne ile teması olmaz bile, hemen bezlere dolanır aspiratörler, iğneler vs... O da gereksiz müdahalelerden nasibini alır. Hâlbuki kordonun geç kesilmesi, bebeğin loş bir ortamda doğması ve doğar doğmaz annenin göğsüne verilmesi o kadar önemli ki...
İşte bebeğimin ve benim tüm bu travmaları yaşamaması için hastanede doğumu reddettim. Pîya'yı evimizde doğurmalıydım. Evet, doğurtulmak değil doğurmak istiyordum ben. Bir kadın olarak bedenime güvendim, bebeğime güvendim. Pîya, gereken her șeyi en doğru şekilde yapacaktı zaten. Ve öyle de oldu. Sorunsuz bir şekilde geldi dünyaya.
Annesinin ısrarlarına daha fazla dayanamadı ve onu ne kadar yürekten çağırdığımı anlayıp gelmeye karar verdi. Doğum anını korkuyla değil bebeğime kavuşma anı olarak bekledim hep ve bu yüzden her gelen kasılmanın beni bebeğime biraz daha yaklaştırdığını biliyordum, ağrı değil haz vardı bu yüzden... Evet abartmıyorum.
Ebemiz gelmişti akşam saatlerinde. Holîn'i uyuttum her zamanki saatinde. Karanlıkta ona masalını anlatırken 10 dakikada bir gelen kasılmalar Pîya'nın bir kaç saate geleceğini söylüyordu. Holîn uyuduktan sonra yarım saatlik bir yürüyüş ve sonrası kaçak çay ve muhabbet… Tabi artık kasılmalar 5 dakika da bir gelmekte. Ben ise derin muhabbetlerde:) Ebemize biraz vegan propaganda :)
Gece yarısı yaklaşıyordu ve artık vakit tamamdı. Mumlar yakıldı, doğum havuzu hazırdı, sakin ve huzur dolu bir ortamda bebeğimin gelmesini bekledik. Sağ olsun bekletmedi Piya:) ve koç burcu olduğunu kanıtlarcasına çarçabuk geldi kucağıma. Hiç ağlamıyordu, buz gibi elleri, minicik...;
“öldü mü, ölümü doğdu?” diye sordum ebeye korkuyla ve tekrar tekrar sordum Piya viyaklayana dek:) Endişem boşaydı. Hemen ten tene temas, belki bir saat kaldı kucağımda öylece. Kordonu kesilmedi.
Kordondaki kan atımı bitmişti zaten o bir saatin sonunda. Kesildi ve eşini bir saksıya gömdük. Üzerine bir fide dikeceğim sonra. Büyüsün, Piya büyüdükçe. Bebeğin plasentası, yani eşi çöpe atılır hastanede. Hâlbuki bebeğin eşi demek ne kadar anlamlı bir şey aslında. Bebeğin 'eşi'.
Her şey olması gerektiği gibiydi... Ne aşı yapıldı, ne k vitamini, ne topuk kanı alımı, ne gereksiz hortumlar sokuldu burnundan ne de başka bir müdahale.Sıcacık bir ortamda doğdu Piya, yanında en güvendikleri; annesi, babası... Sadece kardeşi eksik. Sonrası Holin de Piya'nın bir iki viyaklamasına uyandı ve gördükleri karşısında gözleri fal taşı gibi.. Ne olduğunu anlamaya çalıştı, anlattım ve anladı :) Sonra da kardeşine merhaba dedi.
-Merhaba Piya, hoş geldin…