Merhaba Sevgili Sinema

Birlikte bir yolculuğa çıkalım. Gözlerimizi kapatalım ve 1895 yılına, Paris’e gidelim. Grand Cafe’de Lumiere Kardeşler’in ilk film gösterimindeyiz. Evet evet tarihteki ilk film galasındaki o şanslı 33 kişiden birisiniz! Bu yeni icat bizi epey heyecanlandırmış fakat o da ne bir tren üzerimize üzerimize geliyor! Nereye kaçmalı, nasıl kurtulmalı. Neyse ki hepimiz iyiyiz. Lumiere Kardeşler kesinlikle büyücü, gördüğümüz şey bir sihirdi, hepsi bu.

 

-Evet, izleyiciler haklıydı. ” Trenin Gara Girişi” filmi gerçekliğin kendisiydi ve aynı zamanda bir illüzyondu.-

  

Başkalarına ait bu muhtemel anı 125 yıl öncesine ait. Ben bir sinema izleyicisi olarak benzer duygulanım deneyimleri yaşıyorum izlediğim her filmde. Bir silah çekildiğinde ödüm kopuyor biri ölecek diye, biri sevdiğinden ayrılmaya görsün ruhuma sonbahar yaprakları doluşuyor, hıçkıra hıçkıra ağlayan da oluyorum, öfkeden çılgına dönen de ve mutlulukla el ele gezen de. Bu duygudaşlık uzayıp gidiyor filmler boyunca.

 

Peki, sinema neden bu kadar güçlü? Nasıl oluyor da böylesine sarsıcı ve diriltici bir etkiye sahip olabiliyor? Niçin hayatımızda yüksek ölçekte dönüştürücü etkiler bırakıyor? Elbette rengârenk yanıtları vardır bu soruların. Bana kalırsa, sinema sizi içine alır ve düşle gerçek arasında sallanıp durursunuz. Onda kendinizi bulursunuz, olmak istediklerinizi ve asla olamayacaklarınızı... Düşlerinizi izlersiniz mesela, uzaktaki o başka hayatlar yanı başınıza gelir, hiç görmediğiniz ama hep merak ettikleriniz dipdiri karşınıza çıkar… Siz sinema salonundan çıkıp gidersiniz, film bitti sanırsınız, filmdeki karakterlerle birlikte loş sokak lambalarının ışığında yürüdüğünüzü fark edince anlarsınız; sinema bitmez!